- "Merhaba İlker, bize yolladığın yazıları editör ekibimizle inceledik. Ancak ne yazık ki iyi yazılar olduğunu söylememiz mümkün değil. Artık bu yazılar okunmuyor, yazdıklarına kötü demiyoruz ama iyi de değil. Fakat istersen sosyal medya hesaplarımızı sen yönetebilirsin."
Telefondaki sesin cümlesini bitirmesini beklemeden telefonu kapadım. Telefondaki ses, yazı yazmak için başvurduğum derginin yazı işler müdürüydü. Birkaç yazı yollamıştım ancak görülen oydu ki, yazılarım beğenilmemişti. Hayal kırıklığına uğramamış gibi davrandım ama büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordum. Yazdığım yazılar, beğenilmemişti. Ben ise yazı yazmak dışında bu hayatta hiçbir şey yapamıyordum. Görünüşe göre yazmayı becerdiğim de pek söylenemezdi. Hemen benim yazdığım yazıları beğenmeyen telefondaki sesin, yazı işleri müdürü olduğu dergiyi açtım. Herhangi bir sayısıydı, kapağı yine çok şıktı. Sayfaları çevirmeye başladım. Sayfaları çevirirken, bir yandan cümleleri okuyor diğer yandan kendi yazdığım yazıları aklımdan geçiriyordum. Sayfaları çevirdikçe, derginin cümlelerini okudukça hayal kırıklığım daha da büyüdü. Bazı isimlerin yer aldığı, bazı yazıların yayınlandığı bu dergide benim yazılarım beğenilmedi öyle mi? Bu işe bozulmuştum. Hem benim yazılarımın kötü olduğunu düşünen editör ekibi kim oluyor? Belki onlar anlayamadı, belki yazdıklarım onlara hitap etmiyordu. Belki de gerçekten yazamıyordum. Bilemiyorum.
Kafamda onca şeyi düşünüp dururken, hiç durmaksızın düşünüp duracağım bir şey daha olmuştu artık ve düşünmeye başladım. Gerçekten yazamıyor muyum? Belki de yeteneksiz bir insanım. Belki de yazar tıkanması denilen şey beni genç yaşta yakaladı. Kendimi sorgulamaya başladım, ya yapmayı istediğim tek şey olan yazmayı bile yapamıyorsam? Bu benim için en kötü şey demekti. Bir futbolcu eğer yetenekliyse kendini belli eder. Cristiano Ronaldo için söylediğimizi, Mustafa Sarp için söyleyemezdik örneğin. Peki bu iş yazma konusunda nasıl oluyordu? Bunu düşünmeye başladım. Oğuz Atay ile bendeniz İlker Başkaya bir değildi. Bunu biliyordum. Peki yetenekli olup olmadığımı nereden anlayacaktım? Benim yazılarımı dergisinde yayınlamaya layik görmeyen telefondaki sesi mi dinlemem gerekiyordu? Bilir kişi o muydu? Yoksa tüm dergilerde şansımı deneyip, hiçbiri olmazsa kendimi yeteneksiz biri olarak mı görmeliydim? Tüm bunları düşünürken aklıma çok satan kitaplar geldi. Wodpatt mıdır ne boktur, o sitede çok okunan, milyonlarca, milyarlarca okunan yazıları düşündüm. Çok satan kitaplar gözümde canlandı. Arda Erel, "Elif gibi Sevmek", "Pucca", Ahmet Batman, Kahraman Tazeoğlu ve nicelerini düşündüm. Bu isimlerin kitap çıkarıp yetmediği ve bu insanların kitaplarının çok sattığı bir ülkede bir tek ben mi fazla geldim? Bu ülkede Bukowski okuyup, onun gibi takılmaya çalışan yeraltı edebiyatı yaptığını sanıyor lan? Kadınlara facebook üzerinden şarap, ayak üzerinden yürüyen sapkın yazarlar var. Tüm bunlar yazıp, yazdıkları çok satarken, ben mi yeteneksiz oluyordum? Hayal kırıklığım yerini öfkeye bırakmıştı. Öfkeliydim. Çünkü çok kitap okumuştum, yazmaya çalışan biri olarak değil bir okuyucu olarak bile bu durum beni üzüyordu. Türk edebiyatında gerçek bir kitap okumayıp, bu okuduklarını edebiyat sanan yeni nesil beni hem öfkelendirmiş hem de üzmüştü.
Düşünceler sıkıldığım için dışarı çıktım. Dışarıda yine kalabalık vardı ve ben kalabalıkları hiç sevmezdim. Elime bir silah alıp hepsini vurmak istedim. Bunun nedeni hem kalabalıktan nefret ediyor olmamdı hem de bu durumdan sıkılmış olmam. Ben yalnız vakit geçirmeyi daha çok seven biriyim, kalabalık hiçbir zaman bana göre olmadı. Yürüdüm, yürümeye devam ettim. İnsanlara çarpmamaya çalışarak, attım adımlarımı. Herkesin bir acelesi vardı, herkes bir yerlere yetişmeye çalışıyordu. Aslında hayattaki en çok sevdiğim şeylerden biri insanları seyredip, onları gözlemlemekti. Toplu taşımalarda, Kadıköy'de, caddede yürürken, otobüs beklerken, her yerde. İnsanları gözlemleyip, bilmediğim insanlar hakkında tahminler üretmeyi, onlar için kafamda hikayeler yazmayı, neler yapıp neler ettiklerini aklıma kazmayı çok seviyordum. Ancak şimdi bunların hiçbirini yapmadım. Bunları yapmak yerine onlara yaşadığımı hissettirmemek istiyordum. Siktir olup gideceğim, varlığımla onları rahatsız etmek istemedim. Dünya'ya karşı böyle bakıyordum aslında. Siktir olup gideceğim, varlığımla ne kadar rahatsızlık verirsem o kadar iyiydi benim için.
Yürümeye devam ettim. Yürürken bir anda "İlker" diye bir ses duydum. "Beni tanıdılar, siz kaçın!" diye bağırmak istedim ama yalnız olduğum aklıma geldi. Doğru ya, ben hep yalnızım. Kafamı dönüp baktığımda karşımda Dilan vardı. Ne kadar da değişmişti, gözlerime inanamadım. Daha güzelleşmiş, saçlarını boyatmış, zayıflamış ve ne kadar da güzel kalçası varmış. Kalçasına baktığımı fark etmiş midir acaba? Bir keresinde sevdiğim bir kadın "siz erkekler zaten hep kadının kalçasına bakın" demişti, ben ise "yok hayır ne alakası var" diye cevap vermiştim. Onunla birlikte olmam bir zamanlar bir ihtimaldi ve çok güzeldi. Her neyse. Sanırım ben de iyi bir yalancıyım ama neyse konumuz bu değil. Dilan'ı görmek güzeldi, tıpkı yıllar sonra denk geldiğin çocukluk fotoğrafın gibi bir şeydi. Ayak üstü konuşmaya başladık ve daha sonra bir yere oturmaya karar verdik. Starbucks'a oturmak istemedim çünkü görüşlerime uymuyordu. Belki popüler kültürden çok fazla kaçmak mümkün değildi ancak bunu yapabiliyordum. Kullandığım telefona, giydiğim markalara bakmaksızın bunu yapıyordum. Sonunda Dilan ile bir kafeye oturduk. İki çay söyledik orada, biri açık. Yalnız bunun için mi sevmeliydim onu bilemiyorum. Konuşmaya başladık, neler yaptığımızı anlattık. Ben ise hala bıraktığı gibiydim. Bir şey yapamayan, bir şeyler yapmaya çalışan ancak beceremeyen. O ise üniversiteden mezun olmuş, kariyerinde hızlı hızlı adımlarla ilerliyormuş. Çok sevindim.
- Ee İlker. Yazmaya devam mı?
+ Yani. Yazmak demeyelim de yazmaya çalışmaya devam diyelim.
- Bak ben de bir aralar blog yazdım ama sıkıldım, bana göre değilmiş. Ama sen iyi yazıyorsun.
+ Yok ya, ne iyi yazması.
- Gerçekten iyi yazıyorsun. Bence çok güzel yazıyorsun, yazdıklarını beğeniyorum. Her ne kadar sana söylemesem de tüm yazdıklarını okudum, okuyorum da, gerçekten beğeniyorum.
Dilan bunları söylerken gülümsedi, o gülümsemesinin fotoğrafını çekmiş olsaydım hayatımın kapak fotoğrafı yapardım. O gülümsemenin fotoğrafını beynim çekmişti ve beynim o fotoğrafı en sağlam yerine sakladı. O bunları söyledikten sonra gülümsedi, ben ise sadece teşekkür edebildim. Ben de onun ne kadar güzel olduğunu, ne kadar güzel güldüğünü söyledim. Bu onun beni övmesinden sonra benim ona yaptığım jest gibi karşılanabilirdi ama kesinlikle öyle değildi. Gerçekten çok güzeldi ve çok güzel gülümsüyordu. Ona ne kadar güzel kalçası olduğunu söylemek isterdim ama konuşma bizim evde kahve içmeye varmayacaktı. Bunun farkındaydım. Çünkü kalkmak istediğini ve işi olduğunu söyledi. Kısa bir süre sonra kalkıp gitti. O kalkıp gittikten kısa bir süre sonra da ben kalkıp gittim.
O masadan kalktıktan sonra kalabalığın üzerine üzerine doğru yürümeye başladım. Adımlarımı kalabalığa doğru attım. Yeteneksiz olabilirdim, yazamıyor olabilirdim hatta kurulmuş en boktan cümlelerin sahibi de olabilirdim ama tüm bunlara rağmen yazacaktım. Yazmaya karar vermiştim. Yazacaktım çünkü yazmak dışında yapabileceğim bir şey yoktu. Yazmak dışında hiçbir şey beni mutlu etmeyecekti biliyorum."Oğlum İlker" dedim kendi kendime. "Yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi.."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder