Pages

Sen yazar değil, yazamaz'sın!

- "Merhaba İlker, bize yolladığın yazıları editör ekibimizle inceledik. Ancak ne yazık ki iyi yazılar olduğunu söylememiz mümkün değil. Artık bu yazılar okunmuyor, yazdıklarına kötü demiyoruz ama iyi de değil. Fakat istersen sosyal medya hesaplarımızı sen yönetebilirsin."

Telefondaki sesin cümlesini bitirmesini beklemeden telefonu kapadım. Telefondaki ses, yazı yazmak için başvurduğum derginin yazı işler müdürüydü. Birkaç yazı yollamıştım ancak görülen oydu ki, yazılarım beğenilmemişti. Hayal kırıklığına uğramamış gibi davrandım ama büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordum. Yazdığım yazılar, beğenilmemişti. Ben ise yazı yazmak dışında bu hayatta hiçbir şey yapamıyordum. Görünüşe göre yazmayı becerdiğim de pek söylenemezdi. Hemen benim yazdığım yazıları beğenmeyen telefondaki sesin, yazı işleri müdürü olduğu dergiyi açtım. Herhangi bir sayısıydı, kapağı yine çok şıktı. Sayfaları çevirmeye başladım. Sayfaları çevirirken, bir yandan cümleleri okuyor diğer yandan kendi yazdığım yazıları aklımdan geçiriyordum. Sayfaları çevirdikçe, derginin cümlelerini okudukça hayal kırıklığım daha da büyüdü. Bazı isimlerin yer aldığı, bazı yazıların yayınlandığı bu dergide benim yazılarım beğenilmedi öyle mi? Bu işe bozulmuştum. Hem benim yazılarımın kötü olduğunu düşünen editör ekibi kim oluyor? Belki onlar anlayamadı, belki yazdıklarım onlara hitap etmiyordu. Belki de gerçekten yazamıyordum. Bilemiyorum.

Kafamda onca şeyi düşünüp dururken, hiç durmaksızın düşünüp duracağım bir şey daha olmuştu artık ve düşünmeye başladım. Gerçekten yazamıyor muyum? Belki de yeteneksiz bir insanım. Belki de yazar tıkanması denilen şey beni genç yaşta yakaladı. Kendimi sorgulamaya başladım, ya yapmayı istediğim tek şey olan yazmayı bile yapamıyorsam? Bu benim için en kötü şey demekti. Bir futbolcu eğer yetenekliyse kendini belli eder. Cristiano Ronaldo için söylediğimizi, Mustafa Sarp için söyleyemezdik örneğin. Peki bu iş yazma konusunda nasıl oluyordu? Bunu düşünmeye başladım. Oğuz Atay ile bendeniz İlker Başkaya bir değildi. Bunu biliyordum. Peki yetenekli olup olmadığımı nereden anlayacaktım? Benim yazılarımı dergisinde yayınlamaya layik görmeyen telefondaki sesi mi dinlemem gerekiyordu? Bilir kişi o muydu? Yoksa tüm dergilerde şansımı deneyip, hiçbiri olmazsa kendimi yeteneksiz biri olarak mı görmeliydim? Tüm bunları düşünürken aklıma çok satan kitaplar geldi. Wodpatt mıdır ne boktur, o sitede çok okunan, milyonlarca, milyarlarca okunan yazıları düşündüm. Çok satan kitaplar gözümde canlandı. Arda Erel, "Elif gibi Sevmek", "Pucca", Ahmet Batman, Kahraman Tazeoğlu ve nicelerini düşündüm. Bu isimlerin kitap çıkarıp yetmediği ve bu insanların kitaplarının çok sattığı bir ülkede bir tek ben mi fazla geldim? Bu ülkede Bukowski okuyup, onun gibi takılmaya çalışan yeraltı edebiyatı yaptığını sanıyor lan? Kadınlara facebook üzerinden şarap, ayak üzerinden yürüyen sapkın yazarlar var.  Tüm bunlar yazıp, yazdıkları çok satarken, ben mi yeteneksiz oluyordum? Hayal kırıklığım yerini öfkeye bırakmıştı. Öfkeliydim. Çünkü çok kitap okumuştum, yazmaya çalışan biri olarak değil bir okuyucu olarak bile bu durum beni üzüyordu. Türk edebiyatında gerçek bir kitap okumayıp, bu okuduklarını edebiyat sanan yeni nesil beni hem öfkelendirmiş hem de üzmüştü.

Düşünceler sıkıldığım için dışarı çıktım. Dışarıda yine kalabalık vardı ve ben kalabalıkları hiç sevmezdim. Elime bir silah alıp hepsini vurmak istedim. Bunun nedeni hem kalabalıktan nefret ediyor olmamdı hem de bu durumdan sıkılmış olmam. Ben yalnız vakit geçirmeyi daha çok seven biriyim, kalabalık hiçbir zaman bana göre olmadı. Yürüdüm, yürümeye devam ettim. İnsanlara çarpmamaya çalışarak, attım adımlarımı. Herkesin bir acelesi vardı, herkes bir yerlere yetişmeye çalışıyordu. Aslında hayattaki en çok sevdiğim şeylerden biri insanları seyredip, onları gözlemlemekti. Toplu taşımalarda, Kadıköy'de, caddede yürürken, otobüs beklerken, her yerde. İnsanları gözlemleyip, bilmediğim insanlar hakkında tahminler üretmeyi, onlar için kafamda hikayeler yazmayı, neler yapıp neler ettiklerini aklıma kazmayı çok seviyordum. Ancak şimdi bunların hiçbirini yapmadım. Bunları yapmak yerine onlara yaşadığımı hissettirmemek istiyordum. Siktir olup gideceğim, varlığımla onları rahatsız etmek istemedim. Dünya'ya karşı böyle bakıyordum aslında. Siktir olup gideceğim, varlığımla ne kadar rahatsızlık verirsem o kadar iyiydi benim için.

Yürümeye devam ettim. Yürürken bir anda "İlker" diye bir ses duydum. "Beni tanıdılar, siz kaçın!" diye bağırmak istedim ama yalnız olduğum aklıma geldi. Doğru ya, ben hep yalnızım. Kafamı dönüp baktığımda karşımda Dilan vardı. Ne kadar da değişmişti, gözlerime inanamadım. Daha güzelleşmiş, saçlarını boyatmış, zayıflamış ve ne kadar da güzel kalçası varmış. Kalçasına baktığımı fark etmiş midir acaba? Bir keresinde sevdiğim bir kadın "siz erkekler zaten hep kadının kalçasına bakın" demişti, ben ise "yok hayır ne alakası var" diye cevap vermiştim. Onunla birlikte olmam bir zamanlar bir ihtimaldi ve çok güzeldi. Her neyse. Sanırım ben de iyi bir yalancıyım ama neyse konumuz bu değil.  Dilan'ı görmek güzeldi, tıpkı yıllar sonra denk geldiğin çocukluk fotoğrafın gibi bir şeydi. Ayak üstü konuşmaya başladık ve daha sonra bir yere oturmaya karar verdik. Starbucks'a oturmak istemedim çünkü görüşlerime uymuyordu. Belki popüler kültürden çok fazla kaçmak mümkün değildi ancak bunu yapabiliyordum. Kullandığım telefona, giydiğim markalara bakmaksızın bunu yapıyordum. Sonunda Dilan ile bir kafeye oturduk. İki çay söyledik orada, biri açık. Yalnız bunun için mi sevmeliydim onu bilemiyorum. Konuşmaya başladık, neler yaptığımızı anlattık. Ben ise hala bıraktığı gibiydim. Bir şey yapamayan, bir şeyler yapmaya çalışan ancak beceremeyen. O ise üniversiteden mezun olmuş, kariyerinde hızlı hızlı adımlarla ilerliyormuş. Çok sevindim.

-  Ee İlker. Yazmaya devam mı?
+ Yani. Yazmak demeyelim de yazmaya çalışmaya devam diyelim.
-  Bak ben de bir aralar blog yazdım ama sıkıldım, bana göre değilmiş. Ama sen iyi yazıyorsun.
+ Yok ya, ne iyi yazması.
-  Gerçekten iyi yazıyorsun. Bence çok güzel yazıyorsun, yazdıklarını beğeniyorum. Her ne kadar sana söylemesem de tüm yazdıklarını okudum, okuyorum da, gerçekten beğeniyorum.

Dilan bunları söylerken gülümsedi, o gülümsemesinin fotoğrafını çekmiş olsaydım hayatımın kapak fotoğrafı yapardım. O gülümsemenin fotoğrafını beynim çekmişti ve beynim o fotoğrafı en sağlam yerine sakladı. O bunları söyledikten sonra gülümsedi, ben ise sadece teşekkür edebildim. Ben de onun ne kadar güzel olduğunu, ne kadar güzel güldüğünü söyledim. Bu onun beni övmesinden sonra benim ona yaptığım jest gibi karşılanabilirdi ama kesinlikle öyle değildi. Gerçekten çok güzeldi ve çok güzel gülümsüyordu. Ona ne kadar güzel kalçası olduğunu söylemek isterdim ama konuşma bizim evde kahve içmeye varmayacaktı. Bunun farkındaydım. Çünkü kalkmak istediğini ve işi olduğunu söyledi. Kısa bir süre sonra kalkıp gitti. O kalkıp gittikten kısa bir süre sonra da ben kalkıp gittim.

O masadan kalktıktan sonra kalabalığın üzerine üzerine doğru yürümeye başladım. Adımlarımı kalabalığa doğru attım. Yeteneksiz olabilirdim, yazamıyor olabilirdim hatta kurulmuş en boktan cümlelerin sahibi de olabilirdim ama tüm bunlara rağmen yazacaktım. Yazmaya karar vermiştim. Yazacaktım çünkü yazmak dışında yapabileceğim bir şey yoktu. Yazmak dışında hiçbir şey beni mutlu etmeyecekti biliyorum."Oğlum İlker" dedim kendi kendime. "Yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi.."

"Ne yapıyor bu Tuna?"

Merhabalar. Bu yazıyı benimle ilgili çokça gelen sorulardan sıkıldığım ve biraz da kendimi anlatabilmek için yazıyorum. Yazının başlığından anlaşıldığı üzere "ne yapıyor bu Tuna?" diye soru soranlar çok, en azından o sorunun cevabını verebilmek ve kendimi bir nebze olsun ifade edebilmek, söylemek istediğim şeyleri söylemek istiyorum.

Bu yüzden ilk defa kendimin yazdığı herhangi bir şeyin okunmasını, okumanızı çok isterim..

"SANAT YAPMAK ZOR AMA SANAT YAPMAYA ÇALIŞMAK DAHA ZOR."

Sanat yapmak Dünya'nın neresinde olursanız olun kolay bir şey değil ama ülkemizde yani Türkiye'de sanat yapmak biraz daha zor oluyor. Sanat yapmak zor evet ama bence daha zor olan sanat yapmaya çalışmak. Ben sanat yapmaya çalışmanın, sanat yapmaktan daha zor olduğunu düşünüyorum. Sanat yapan bir kimse zaten sanatçı olduğu için en azından işinin bir nebze olsun kolay olduğunu ancak yaptığı şey sanat olarak kabul görünmeyen bir insanın sanat yapmaya çalışmasının daha zor olduğunu düşünüyorum.

Ben bir şeyler üretmek isteyen biriyim, bu yüzden çaba veriyorum. Benim gibi çok genç, çok insan var. Çoğunun amacı popülarite, para bulmak veya bu tarz şeylerken içinde benim de bulduğum çoğunun amacı sadece sanat yapabilmek, bunu görüyorum. En azından kendi adıma konuşmak gerekirse ben bir şeyler anlatmak istiyorum, bir şeyler anlatırken insanlara bir şeyler söyleyebilmek beni daha çok mutlu eder ancak istediğim asıl şey insanlara bir şeyler anlatabilmek bunun için çabalıyorum. İnanın sanat yapmaya çalışmak çok zor ama vazgeçmek daha zor. İnanılmaz bir şey bu çoğu zaman yapamadığını düşünüp her defasında yeniden başlamakla sonuçlanan bir zorluk.

"BEN KİMİM? SADECE BİR ŞEYLER ÜRETMEK İSTEYEN BİRİYİM"

En çok sorulan sorulardan soru kim olduğum ve neler yaptığımla ilgiliydi. Öncelikle 15 yaşımdan beri internet sitelerinde editörlük yapıyorum. Özellikle çok sayıda spor sitelerinde ve Galatasaray sayfalarında editörlük yaptım. İnsanların haberci, editör veya admin olarak beni tanımaları bu yüzden.

Yazmak keyif aldığım bir şey ve üç senedir ufak da olsa para kazanabildiğim bana iyi gelen ender şeylerden. Her gün yazıyorum zaten, yazmasam ölecek hastalığına yakalandım ve o yüzden sürekli olarak yazıyorum. Futbol hakkında yazmaya başladım sonra sıkıldım Galatasaray yazmaya başladım. Ara sıra Galatasaray yazıları halen yazmaktayım ama asıl yazmak istediğim şey hikaye. Hikaye yazarak başlamıştım şimdi daha iyi hikayeler yazdığımın farkına varıyorum. Uzun zamandır hikayeler yazdığım için buna bağlı olarak senaryo yazmak istiyorum, senaryolar yazıyorum. 17 yaşında yazdığım hikayelerden oluşan "Bu da mı Ofsayt?" adlı kitabım çıktı, kitap çok satmadı ama olsun. İnsanların beni yazar olarak bilmeleri bu yüzden.

Fenomen hesabım var ve daha önceleri büyük sayfalarım vardı. İnsanların bu yüzden fenomen olarak tanımaları da mümkün ama fenomen değilim. Fenomen olacak kadar geri zekalı değilim ama büyük takipçiye sahip hesabım var, evet. Çocukluktan beri hayalim olan kısa film çekmelere de başladım ama asıl isteğim sinema yapabilmek tüm amacım bu yüzden. Senarist, yönetmen ve oyuncu olarak da gösterilmem mümkün bu yüzden.

Editör, haberci, yazar, admin, kitap yazarı, yönetmen, oyuncu, senarist her ne olursa olsun aslında benle ilgili söylenecek tek bir şey var; "üretmek isteyen biriyim." Hepsi bu. Üretmek istiyorum, üretmek isteyen biriyim, bunun için çabalıyorum.

"ÇOK ŞEY YAPMAK İSTİYORUM VE YAPACAĞIM"

Bugüne kadar internet sitelerine yazdığım yazıları saymazsak eğer "Bu da mı Ofsayt?" kitabım ve "Sana Dair", "Aidiyet", "Vaveyla" olmak üzere çektiğim üç kısa filmimle bir şeyler üretmeye çalıştım. Aslında bakarsak ben bir tane kısa film çekebildim, o da Vaveyla'ydı. Diğer ikisi kısa film çekmeye çalıştığım kısa videolar oldu, onları saymıyorum.

Sana Dair aslında düşüncede güzel ama uygulamada kötü bir projem olarak kaldı. Yazdığım senaryoyu çekmedik aslında çünkü hiçbir şey bilmiyordum, cahil cesaretiyle kalkışmıştım ve bu amatörlük yüzünden senaryoyu değiştirmek zorunda kaldık. Ona rağmen hala amatörleri olan, kötü bir deneyim oldu. Her ne kadar korkunç derecede kötü bir film olsa bile ben çok severim. İlk göz ağrım ve o senaryoyu iyi bir yönetmene verseydik çok farklı şeyleri konuşacağımızı düşünüyorum. Aslında film şöyleydi; "Ölümcül bir hastalıktan kurtulan Arda, bu hastalıktan sonra içine kapanmış, derslerine olan ilgisini kaybetmiştir. Sessiz bir çocuk olan Arda, televizyonda Fenerbahçe basketbol formasını giyen bir basketbolcu kızın kanser olduğu haberini görür ve bu kız yolda gördüğü kızın ta kendisidir. İlk gördüğü zaman dikkatini çeken kızın kendisi gibi bir hastalık sahibi olduğunu öğrenen Arda, bir anda kendisini ona karşı yakın hisseder. Ona ulaşmaya çalışır, ona ulaşmak için her yolu dener. Merve Melike Karaca'ya ulaşan Arda ona aşık olduğunu söylese de Merve tanımadığı, görmediği birine aşık olmanın mümkün olmayacağını söyler." Uzun olarak baktığımız zaman durum buydu ama aslında çok basitti; "Hastalığı atlatıp içine kapanan bir erkeğin, kendisi gibi hastalıkla uğraşan güzel bir kıza yakınlık hissederek hayata tutunmaya çalışması."

Aidiyet ise düşünce güzel uygulama ise daha iyisi olabilirdi olarak kaldı. Bu kısa filmde bir yere ait olamamayı, aidiyet eksikliğini anlatmak istemiştim. Hem kendi getto mahallesi arasında hem de daha popülist, cadde çocuğu veya Starbucks'tan çıkmayan arkadaşları arasında sıkışıp kalan Berke'nin hikayesini görmüştük. Janset karakteri ise tıpkı arkadaş ortamındaki insanlar gibi herkes gibi olmaya çalışan, popülist, benim için en azından popülist orospunun tekiydi. Berke ait olmak istediği tek şey, tek insan olan Janset'e de ait olamayacağını anlayınca tüm bu şeylerden kurtulmak, kaçmak istedi. Kafasında olup bir türlü yapamadığı şey olan gitmeye karar verdi. Nereye gittiğinden daha çok, gitmeye karar vermiş olmasıydı önemli olan.. Ben bunu iyi gösterdiğimize inanıyorum, eksikleri olmuştur nihayetinde kafamdaki şeylerden uzak bir denemeydi. Yönetmenliği biraz daha iyi olabilseydi övgü dolu cümleler yazacaktım. Metinleri okuyup, bunu ben mi yazmışım diye düşündüğüm oluyor. Yalan yok ben bu karakteri yazarken Demirkubuz'un Yeraltı filminden değil kendimden etkilendim. Ben değilim ama tamamen bana yakın bir karakterdi, ben de onun gibi hissediyorum.

Vaveyla'ya gelirsek durumu çok farklıydı. Çünkü ilk iki kısa filmimdeki başrol arkadaşlarım Furkan ve Onur'dan ibaret olan bir şeyler yapmak istiyordum. Bu yüzden ne yapabiliriz diye çok düşündüm, Vaveyla kısa filmi böyle çıktı. Daha önce iki filmimde başrol olan arkadaşlarıma eşlik etmek istedim ve ettim. Sadece üçümüzün oynayacağı ve derdimizi anlatacak bir şey yapmak kolay olmadı ama bunu yaptık. İyi veya kötüydü bilmiyorum ama bunu yapabilmek bile benim mutlu olmamı sağlıyor. Vaveyla'da aslında basitti; üç tane birbirinden farklı insanın hayata olan çığlıklarını ele aldık. Benim oynadığım karakter sevdiği kız tarafından sevilmiyor ve sevdiği kıza "neden?" diye soruyor. Herkes gibi olmadığım için mi diyor? Çocuk haklı. Çünkü o biliyor, nasıl bir ortamın içinde olduğunu biliyor ve onlar gibi olmadığım için mi diyor. Topluma bir eleştiri var, herkes gibi olmaya çalışmak ve kendin gibi olmayan insanları öteki kılmakla alakalı. Onur'un oynadığı karakter ise aile başta olmak üzere toplumun istediği bir birey olmaya karar vermesi, topluma kendini ispat etmeye çalışması gibi nedenlerden dolayı hayallerini bırakıp sevmediği ama iyi para kazandığı bir işte çalışıyor olmasından şikayetçiydi. Topluma bir mesajı vardı. Furkan'ın oynadığı karakter ise şehrin gürültüsünden, insan kalabalığından, insanların bu yarışta gibi olan havalarından çok sıkılmıştı, derdi oydu. Derdi toplumdu, insanlardı. Her üçünün derdi toplumdu ve onu anlattık.

Üç kısa filme bakınca görebildiğim tek şey hep kendi derdimizi, söylemek istediklerimizi anlatmaya çalıştığım oldu. Onun dışında karakterlere baktığımız zaman kaybeden, topluma ayak uyduramamış, sorunlu karakterler. Neden bilmiyorum ama loser temasını seviyorum. Kaybetmenin, kazanmaktan daha ilgimi çektiğimi düşünüyorum. Benim hikayelerini anlatmak istediğim insanlar genellikle bu tip insanlar oluyor çünkü. Benim yapacak bir şeyim yok ama seviyorum, o karakterlerin ise sevilmeye ihtiyaçları yok, bu yüzden daha fazla seviyorum.

Onun dışında üreteceğim çok şey var ve çoğu hazır. Hazır olanları ise geliştiriyorum ve geliştirdikten sonra kullanacağım çünkü boş yere harcamak istemiyorum. Çok farklı şeyler yapmak istiyorum, daha iyi şeyler yapmak istiyorum. Tüm arkadaşlarımın dediği gibi kült şeyler yapacağım, tüm Dünya konuşacak gibi saçma sapan klişeler kullanmıyorum. Her zaman izlediğim zaman gülümseyip, en azından biz ve bizim gibi insanların derdini anlattığımı düşündüğüm şeyleri yapmak istiyorum. Amacım bu yönde olacak..

"ELİNDEKİ MALZEMEYİ İYİ KULLANIYORUM O YÜZDEN İYİYİM."

Kendimi geliştirmek istiyorum. Bu yüzden çok izleyip, çok okuyup, çok denemeler yapıyorum ve bu hep böyle olacak. Haddimi aşmak istemem ama senaryolarımı beğeniyorum. En azından özellikle yaşıtım olan insanların yazdığı senaryolara bakınca çok daha fazla beğeniyorum. Konuları daha özgün ve daha yaratıcı olarak belirlediğim takdirde tam olarak senaryoda kendimi başarılı görebilirim ancak yine de iyi olduğumu düşünüyorum.

Arkadaşlarımdan gördüğüm ve çeşitli insanlardan duyduğum kadarıyla insanlar yazdıktan sonra elindeki malzemeyi yazdığı şeylere göre ayarlıyor. Bende ise tam tersi bir durum var. Ben elimdeki malzemeye bakıyorum ve ona göre bir şeyler yazıyorum. Eğer elimdeki kadro 3-5-2'ye uygunsa onu, 4-4-2'ye yatkın bir kadrom varsa onu oynatıyorum. Yani eğer oynatabileceğim üç kişi varsa, üç kişilik bir hikaye yazıyorum. Eğer filmde kullanabileceğim tek şey gitar ve bir evse gitarın olduğu bir evde geçen bir hikaye yazıyorum. Bu hep böyle oldu ve en azından yapımcı bulana kadar bu hep böyle olmuş olacak. Ben malzemeyi iyi kullandığım için iyi bir senarist olduğumu düşünüyorum, iyi bir şeyler yapabilmek iyi malzemeler istemeyen bir senarist olmak beni daha iyi kılıyor.

Egoist olduğumu düşünmeniz normal ancak insanlar genellikle kendime daha çok güvenmem gerektiğini söylüyorlar. Bilemiyorum çok da umursamıyorum. Senaryoda iyi veya kötü belli bir standartta olduğumu düşünürken, yönetmenliği bilmiyorum. Yönetmenliğimi de en azından senaryodaki standart çizgime getirmeyi çok istiyorum, tüm çabam ve isteğim bu yüzden. Ancak şunu da söylemek istiyorum iyi bir oyuncu olduğunu göstermek isteyen herkes benimle çalışmak ister. Çünkü bir oyuncuyu farklı kılacak, ne kadar iyi olduğunu gösterebileceği metinler yazıyorum. Oyuncunun isteğine göre senaryolarda değişiklikler ve kolaylıklar da yapmam mümkün oluyor. Onun dışında da herhangi bir sınırım olmadığı için her şeyi deneyebilirim.

"KENDİME SANSÜR UYGULUYORUM ÇÜNKÜ MECBURUM"

Aslında düşündüğüm şeyler çok uçuk kaçık fikirler oluyor. Arkadaşlarımla konuşurken onlara anlattığım zaman heyecanlanıyorlar ve çekmek istiyorum. Ancak tüm bunlara rağmen sonraya ertelemek zorunda kalıyorum. Nedeni basit, yapamayacağımı biliyorum.

Örneğin kadın karakter yazamıyorum. Bunun nedeni oynayabilecek kadın karakter bulmakta zorlanıyor olmam. Benimle bir şeyler yapmak isteyen arkadaşlarım genellikle mahalle baskından çekiniyor. Kadının güzelliğinden, kadının vücudundan, kadının kendisinden tam olarak yararlanamıyorum. Hal böyle olunca yazdığım karaktere kendim sansür uygulayarak onun derine inmeden, bir karakterden çok bir tip olarak yazmak mecburiyetinde kalıyorum. Arkadaşlarım haklı olarak aile tepkisinden, komşulardan, insanlardan çekiniyorlar. Sansür uygulamama neden olmayacak kadınları bulduğum zaman işin boyutu değişiyor. Bu sefer de kadın bana inanmıyor veya bir şey kazandırmayacağını biliyor o yüzden olmuyor.

Bu ve bunun gibi şeyler çok zorluyor beni. Hep kendimi frenlememe ve sansür uygulamama neden oluyor. Onun dışında karaktere küfür yazarken bile düşünüyorum. Ancak o konuda sansür uygulamıyorum eğer hikaye ve karakter o argoyu, küfrü etmesi gerekiyorsa ne olursa olsun eder, o kadar. Sigara ve alkolün hikayeye doğrudan etki ettiğini düşünürsem onlar da olur, olmak zorunda çünkü. Siyasi görüşlerden kaçınmak durumdaydım ama şimdi bu konuda da sansür uygulamayacağım. İnandığım şeyleri eğer gerektiğini düşünürsem inceden sokuşturmak istiyorum.

"SENARİST TUNA > OYUNCU TUNA > YÖNETMEN TUNA"

En çok sorulardan soru ise sinemanın hangi dalında yürümek istediğim oldu. Xavier Dolan örneği verip, üçünü de yapmak istediğimi söyleyince Mahsun Kırmızıgül, Özcan Deniz örneklerinden oluşan cevabı alıp hayal kırıklığına uğradım. Ancak gerçekten hem yazıp, hem yönetip hem de eğer rolü yapabileceğimi düşünüyorsam oynamak istiyorum.

Fakat senaryo yazmanın kendime daha uygun olduğunu düşünüyorum. Yani diğerlerine baktığımız zaman bir nebze olsun daya iyi olduğumu ve zaten çok kötü olsam bile yapmak istediğim ilk şeyin senaryo olduğunu söyleyebilirim. Yazacağım, ömrümün sonuna dek yazacağım.

Bunun dışında oyunculuk ise çocukluk hayalim. Çocukluğumdan beri izlediğim filmlerin, dizilerin sahnelerini ezberleyip onları canlandırmak yaptığım şeylerin başında oldu. Hala zaman zaman çok beğendiğim bir sahneyi ezberleyerek, onu yaparım. Onun dışında oyunculuğun daha büyük bir şey olduğunu düşünüyorum. Başka biri olabilme fırsatı veriyor size, daha ne olsun.  Ben liseye kadar oyuncu olmak istediğimi söyleyip durdum, lisede ise bana kimse ne olmak istediğimi sormadı ben de sormadım. Utangaç ve insanlarla iletişim kurmakta zorlanan biri olarak oyunculuk bu anlamda da bana çok şey ifade ediyor. Öte yandan oyunculuk olarak kendimi geliştirmenin senaristlik ve yönetmenlik açısından daha fazla olduğunu düşünüyorum. Oyunculukta kendini geliştirmek ve yenilmek bitmez, bitmiyor çünkü.

Onun dışında yönetmenlik ise aslında yönetmen olmak aklımda yoktu hatta şimdi yeni yeni yönetmen olmak istiyorum. Çünkü yönetmenlik deli işi. Ben benim yazdığım şeyleri çekecek başka biri yok diye yönetmen olmak istedim, kendi yazdığım bir şey dışında bir şey yönetemem ama başkasının yöneteceği şeyleri yazabilirim. Bu anlamda yönetmenlik benim için yazarak oluşturduğum kendi dünyamı, yöneterek ortaya koymaktan oluşuyor. Bu yüzden evet yönetmen de olmak istiyorum, bu yüzden de çabam yeni yeni başladı.

Sıralamaya gelirsek önceliğim senaryo ama oyunculuk hep olacak yönetmenlik ise bu iki maddeyi yapabilmem için gerekli olan bir şey olarak görüyorum.

"BANA KÜFÜRLER EDİYORLAR ETSİNLER AMA.."

Ufak ufak bir kitlemin oluştuğunu görmek hoşuma gidiyor. Filmden Kareler'in kitlesi ne yazık ki çocuk veya ergen diyebileceğim bir kitle. Bu konuda Hakan Hepcan ile yarışıyorum. Ancak kendi hesabımda güzel beni mutlu eden bir kitle görüyorum. Çok mesaj, çok övgü ve çok güzel geri dönüşler alıyorum bu da beni çok mutlu ediyor. Bazen katlanamıyorum, vazgeçeyim diyorum sonra bir bakıyorum mailler gelmiş, DM'ler gelmiş çok mutlu oluyorum. Leyla ile Mecnun'un ekmeğini yediğimi söyleyenler var ancak kesinlikle bunu yapmıyorum. Ama evet o dizi hayatımın dizisi, her yaptığım işte küçük büyük göndermeler olacak çünkü o dizi benim gerçeğim. O gemi gelecek en azından..

Öte yandan bazıları bana küfür ediyor. Neden bilmiyorum ama bana küfür ediyorlar. Ben onlara ne yaptım? Hiçbir şey. Eğer beğenmiyorsan takip etme, blockla gitsin. Eğer sevmiyorsan sevmemeye devam et git ötede oyna. Televizyonda sevmediğin bir şey olunca kanalı değiştiriyorsun. Sosyal medyada da bunu yapsana neden söyleme gereği duyup, küfür ediyorsun? Hem ben fenomen değilim, siyasetçi değilim, sporcu değilim. İnsanları kırmam, kötü bir şey söylemem neden ben diye düşünüyorum ama cevap bulamıyorum.

Eskiden küfür edenlere küfürle cevap verirdim şimdi ise susuyorum. Küfür ediyorlar mı? Etsinler. Çünkü bir zamanlar ben de küfür ederdim öyle şimdi küfür edilen olmuşum demek ki. Bana küfür edenin profiline bakıyorum hakkında kısmına "yazar" yazmış ama bana küfür ediyor. Benim kitabım çıkmış, o ise kendisine yazar diyerek bana küfür ediyor. Sonra başka birine bakıyorum, kapak fotoğrafında oyuncular var. Hepsiyle tanışıyorum, konuşuyorum o ise kapak fotoğrafı yapmış. Haliyle onlar küfür etmesin de ne yapsın? Küfür ediyorlar etsinler ama bana küfür edeceklerine kendi hayatları için dua etseler ya, daha güzel olur.

"TÜRKİYE'DE ÇOK İYİ İSİMLER VAR, HAKLARI YENİYOR."

Türkiye'de sinemanın kötü olduğunu düşünmüyorum. Türkiye sinemasında çok iyi işler olduğunu düşünüyorum. Sadece çok fazla üretim oluyor ve artan üretim ne yazık ki kötü işlerin de artmasına neden oldu. Özellikle hem sinemada hem televizyonda ilgi ne kadar yoğunsa, kalite o kadar düşük gibi bir şey söylemek ne yazık ki mümkün. Bu ülkede vine çeken her insan sinemacı oldu. Harry Potter parodisi ülkede gördüğüm en kötü işlerden. Vine çeken abinin yaptığı ve ikincisini hazırladığı film rezalet ama iş tuttu seri olarak yaparlar. Her neyse ama bana göre Türk sinemasında iyi şeyler de oluyor, onları izlemek ve onları yakalamak daha önemli.

Oyunculuk olarak ise gerçekten çok iyi isimler var. Örnek vermem gerekirse; Nadir Sarıbacak, Sermet Yeşil, Cengiz Bozkurt, Ahmet Rıfat Şungar, Tansu Biçer, Esme Madra, Ece Dizdar, Açelya Devrim Yılhan gibi isimler var. Popülist olarak baktığımız zaman Kıvanç Tatlıtuğ'u ayrı tutarım istese yakışıklı bir oyuncu olabilirdi ama o hem yakışıklı hem çok iyi bir oyuncu olmayı tercih etti. Mert Fırat bu ülkede sanatına en çok hayran olduğum iki insandan biri ve çok ama çok iyi bir oyuncu.  İlker Kaleli de anti kahraman rollerine çok iyi gideceğini düşünüyorum, çok iyi bir oyuncu. Ali Atay, Serkan Keskin, Ertan Saban, Erdal Beşikçioğlu üstad gibi isimler var. Kadınlarda ise Farah Zeynep Abdullah'ı ayrı tutuyorum popülist biri olsa da oynadığı tüm filmleri tek başına sırtladı. Demet Evgar, Canan Ergüder, Saadet Işıl Aksoy, Türkü Turan, Sezin Akbaşoğulları, Şafak Pekdemir, Alina Boz gibi isimler var. Bu isimlerin ardına çok isim yazılır ve unuttuklarım da vardır ama aklıma gelen isimler bunlar. Hem bu isimlerle bir şeyler yapmayı çok istiyorum. Bu burada kalsın belki ileride bu isimlerle bir şeyler yaparım ve o zaman hayalimi gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşarım. Ancak şunu söyleyebilirim ki bu isimlerden çoğuyla tanıştım umarım birlikte bir şeyler yapabilme şansına da sahip olabilirim.

Onun dışında çok iyi yönetmenler var. Bu isimlerin hepsini saymayacağım ama Demirkubuz'u daha çok sevmekle birlikte Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Onur Ünlü üçlüsünü çok severim. Ali Atay abinin yönetmen olması beni heyecanlandırdı. İlksen Başarır'ın yanı sıra kadın yönetmenlerinin artması çok iyi bir şey sinemamız adına, beni çok heyecanlandırıyor.

SON OLARAK İSE.. 

- Filmlerimin müzikleri genellikle beğeniliyor yani en çok övgü aldığım şey film için seçtiğim müzikler oldu. Bunun için çaba harcıyorum. Karaktere, hikayeye yakışacak bir şarkıyı arıyorum ve en önemli unsur kullanacağımız şarkının çok bilindik veya popüler bir şarkı olmaması.

- Ben fenomen değilim ve fenomen olarak bir şeyler yapmıyorum. Fenomenler belli bir takipçi sayısına ulaştıkları için bir şeyler yapmaya başladı. Ben ise bir şeyler yaptıktan sonra belli bir takipçiye ulaştım fark bu.

- İnsanlar bana yazdıklarını yollayarak, yorumlamamı istiyor ancak ben otorite veya bilgi sahibi biri değilim. Yazın, daha çok yazın, daha çok üretin. İzleyin ve okuyun. Ben öyle yaptım, siz de öyle yapın.

- Denemek istediğim, yapmak istediğim ve üreteceğim çok şey var. Bunları zamanla yapacağım, sizden tek isteğim bana zaman vermeniz. Bu zamanı verirseniz gerçekten neler yapacağımı tam olarak göreceksiniz.

- Bana gelen övgü veya eleştirilerin hepsini okuyup notlarımı alıyorum ama kendimi en iyi kendim biliyorum. Potansiyelimi, neler yapabileceğimi ve bu yüzden çok rahatım.

- Herkes bana "sen daha fazla tanınmayı, para kazanmayı hak ediyorsun" diyorlar ancak inanın umurumda değil. Ben ünlü olunca, çok para kazanınca değil yapmak istediklerimi en iyi şekilde yapınca mutlu olacağım.





Şimdilik bu kadar, eklemek istediklerim olursa eklerim. Eğer bu yazının sonuna kadar okuduysan, çok teşekkür ederim. Vaktini ayırman beni çok mutlu etti, umarım kendimi anlatabilmişimdir. Sonuna kadar okuyan herkesin yorumlarını özelden bekliyorum.. Var olun!:)

Ne Yapacağını Bilmeyen Tuna ve Onun Yolu

Alarm sesi olmadan uyanmanın verdiği mutlulukla öğlene doğru uyanmıştım. Alarm kurmama, daha erken bir saatte uyanmama gerek yoktu çünkü artık işsiz bir insandım. Uzun bir süredir editörlük yaptığım siteden kovulmuştum. Aslında kovulmamıştım site kapanmıştı ve site kapandığı için artık çalışamayacaktım. Televizyonu açtım, kanalları gezdim. Kanalları gezerken televizyona neden "aptal kutusu" dendiğini bir kez daha anladım. Televizyonun gündüz kuşağı, akşam yayınlanan dizilerden daha kötü durumdaymış onu fark ettim.

Balkona geçtim, dışarıya baktım. Artık bir işim yoktu, peki şimdi ne yapacaktım? Neredeyse hemen hemen her spor sitesinde, Galatasaray sayfasında ve hatta Beşiktaş radyosunda bile çalışmıştım. Bundan sonrası ne olacaktı? Düşündüm, cevap veremedim. Ne yapacağımı bilmiyordum ve ne yapacağımı düşünmek beni endişelendiriyordu. Yapabildiğim hiçbir şey yoktu. Her ay düzenli olarak okuduğum dergilere mailler attım, hiçbiri geri dönmedi. Ot dergisinde bir kere olacak gibi oldu ama o da olmadı. Yazmak dışında hiçbir şey yapamıyordum ve daha kötüsü yazmayı da becerebildiğim söylenemezdi. Kola koydum kendime ve düşünmeye başladım. Babamın şirketinde çalışsam beceremezdim, ticari zekam hiç yoktur. Ailenin birkaç üyesi gibi inşaat işinde çalışayım desem ne çizimim iyidir ne de güçlü biriyim o kadar şey taşıyabileyim. Tamircilik desem 20 yaşıma gelmiş olmama rağmen hala araç gereçlerin adını bilmiyorum ve çekiç tutmak bana göre değil. Hele elim kalem tutmaya alışmışken, çekiç tutabileceğimi pek sanmıyorum.


Yapacağım şeyle ilgili hiçbir fikrim yoktu ve benim yaptığım tek şey biten bardağıma kola koymak oldu. Henüz kahvaltı etmemiştim ama kola içiyordum. Doktor kola içmemi yasaklamıştı en azından bu kadar çok içmemem gerektiğini yoksa 30 yaşıma geldiğim zaman daha fazla acı çekmeden ölmek isteyebileceğimi söylemişti. 30 yaşıma henüz gelmemiştim ama yaşamak istediğim de pek söylenemezdi. Kolamdan bir yudum aldım. Bugünlerde hayata sadece kola ve Galatasaray ile tutunuyorum. Küçükken Galatasaray kaybettiği zaman ağlardım şimdi ise daha çok sinirleniyorum ve üzülüyorum. Üzülüyorum ama ağlamıyorum, sinirden ağlamak üzere olduğum anlar oluyor. Galatasaray forması giyen Sinan Gümüş aklıma geliyor onun için de üzülüyorum. Potansiyeli çok yüksek, çok iyi bir futbolcu olacak gibi duruyor. Ancak forma şansı bulamıyor ve onun için üzülüyorum. Bilemiyorum belki de kendimi Sinan Gümüş'e benzetiyorum. Sinan gibi bir potansiyelim var ancak hayat Hamza Hamzaoğlu olup, bana forma şansı vermeyecek diye korkuyorum.

Biraz daha dışarıya baktıktan sonra kahvaltı yapmaya karar verdim. Kahvaltıyla aram çok fazla olmadığı için hemencecik kahvaltımı yapıp, dışarıya çıktım. Nereye gideceğime dair en ufak bir fikrim yoktu, yürüdüm. Attığım adımların beni nereye götüreceğini pek umursamadan yürüyordum. Tüm insanlara baktım, hepsinin bir amacı vardı. Yüzlerindeki o ifade, adımlarının hızlılığı ve sürekli bakmak zorunda oldukları kollarındaki saatleriyle bir amaçlarının olduğu belliydi. Benim ise tek amacım insanların arasından sessizce çekip gidebilmekti. Tıpkı bu Dünya'dan da olacağı gibi bu sokaklardan, bu caddelerden, bu insanların yanından sessizce siktir olup gidecektim. Ellerim cebimde yürüdüm, tüm caddeyi gezdim, kalabalığın arasına karıştım. En iyi yaptığım şeyi yaparak, etrafımdaki kalabalığa kendimi unutturdum. Hiçbiri beni fark etmedi, sessizce çekip gittim yanlarından. Bir süre daha dolandıktan sonra eve gitmeye karar verdim. Evde kaldığım zaman evin duvarları üzerime üzerime geliyordu, dışarıya çıktığım zaman tüm bu insanlar sanki üzerime üzerime geliyordu. Evden kaçayım diye dışarıya çıkan ben, tekrar eve dönmeye karar verdim.

Eve döndüm, kitaplarıma baktım. Dostoyevski'yi çok seviyordum, onu okumanın hayatımda yaptığım en doğru iş olduğunu düşünürüm. Hayatımın kitabı olan Aylak Adam'a şöyle bir baktım ve tebessüm ettim. Yabancı, Yolda, Erken Kaybedenler, Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar hatta Küçük Prens bile. Tüm kitaplarım birlik olup bana baktılar, onlarla göz göze geldim. Öyle baktık ki birbirimize, bu hayatta birbirimiz dışında hiçbir şeyimizin olmadığını anladık. Kitap okumayı seviyordum, film izlemeyi de öyle. Kitaplar siz istemediğiniz sürece sizi asla bırakmaz hatta bazılarını siz isteseniz bile bırakamazsınız.

Kitaplara baktıktan sonra kararımı verdim. Yazacaktım. Ne yazacağıma karar veremedim. Futbol yazmak istemiyordum, futbolu seviyordum ancak futbol yazmak artık beni mutlu etmiyordu. Siyaset yazayım desem siyaset bilmediğim için ne yazacağımı bilemezdim, Barış Atay olmaya gerek yok. Yapabileceğim en iyi şeyi ve yapmak istediğim asıl şeye tekrar karar verdim. Dertlerimi anlatacaktım, bunun için yazacaktım. Hayatımda, bu Dünya'da, ülkemizde o kadar çok şey oluyordu ki tüm bunlar beni daha fazla yazmaya itiyordu. İnsanlarla ve toplumla her zaman bir uyum sorunu yaşayan ben için en iyi şey yazmaktı, yazmadan edemiyordum, yazmadan edemeyecektim. Peki bu kadar yazmak istiyorken, beni sorgulatan şeyler neydi? Yazarak para kazanamadığım için mi? Belki bu olabilirdi ama ben zaten bunu biliyordum. Yazılarım çok okunmadığı için miydi? Hayır bu olamazdı. Çünkü çok okunması benim için bir şey ifade etmiyordu. Eğer öyle bir şey isteseydim; "Elif Gibi Sevilmek" , "Sabah Ereksiyonum", "Allah de Gerisini Ticarete Bırak" veya bu tarz şeyler yazardım. Ancak niyetim Pucca, Arda Erel veya Kahraman Tazeoğlu olmak değildi. Yazarlığımı sorguluyordum. Daha doğrusu yazar olup olamadığımı. Etrafımdaki herkes benim yazdığım şeylerin iyi olduğunu söylüyordu. Ben bundan emin değildim. Okuduğum çoğu insandan daha iyi yazdığımı düşünüyordum ama asla kafamdaki bir yazıyı yazdığımı hatırlayamıyorum. Çok okuyup, çok yazıyordum ama her seferinde daha çok okuyup, daha çok yazmam gerektiği fikrini benimsiyordum.



Açtım bilgisayarı, bir şeyler yazmaya karar verdim. İçimdeki sıkıntı, kafamdaki düşünceler başka türlü geçmeyecekti. Bundan sonra yazacaktım ve ben yazarken aynı zamanda bundan para kazanabilirsem dünyanın en şanslı insanı olarak görecektim kendimi. Blog sayfamı açtım, artık daha güncel tutmaya karar vermiştim ve yazılarımı artık oraya yazacaktım. Kimseyle de paylaşmayacaktım gerekirse ama hep yazacaktım kendi blog adresimde, buna karar vermiştim. Ne yazacaktım? Beni terk edip giden Gülbahar'a mı yazsaydım? Ancak onunla sadece sevişmeyi seviyordum, ona bir şeyler yazmam gereksizdi. İrem'e bir yazı daha mı yazsam diye düşündüm ama sonra vazgeçtim. İrem için çok şey yazmıştım, söyleyeceğim her şeyi söylemiştim zaten o yüzden yazılacak hiçbir şey kalmamıştı. Hem bekleyeceksem sessiz sedasız gerekirse her gün deniz kıyısına gidip denize el sallayarak beklemem gerektiğine karar verdim. Tanrı'ya mektup tadında bir şey yazmayı düşündüm daha sonra muhafazakar bir aileye sahip olduğum aklıma geldi ve vazgeçtim. Zaten inançlı bir insanım, bu tip şeylere pek bulaşmak istemiyorum. Galatasaray için bir şeyler yazacaktım ama sonra onun hakkında da bir şey yazmadım. Çünkü ben Galatasaray ile ilgili yazınca çok küfür ediyorlar. Taraftarlar sanırım poh pohlanmak istiyor ve ben de takımımı uzaktan sevmek istiyorum. Uzaktan sevmek, sevmelerin en gerçeği. Hayatımda çok şey sevdiğim söylenemez ama sevdiğim her şeyi Galatasaray gibi sevmek istiyorum. Karşılıksız, yalansız, dolansız, hiçbir şey beklemeden. Güzel günler görmek isterken, kötü günlere de onunla birlikte razı olmayı istiyorum.

Kendimle ilgili yazmaya karar verdim. Her yazdığım yazı kendimden bir şeyler taşıyordu ama asla ben değildim. Bu sefer ise ilk defa yazdığım bir yazıda tamamen kendim olayım dedim. Yalnız, sevmeye çalışan ancak sevildiğini düşünemeyen, ne yapacağı hakkında hiçbir fikri olmayan kendim hakkında yazmak istedim. Yazının nasıl biteceğini bile düşündüm.

"Ulan Tuna" dedim kendi kendime; "Yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. Yol belli eğ başını usul usul yürü şimdi."

Yol belliydi, yazacaktım ve yapabilirsem sinema yapacaktım. Bu yolda yürüyecektim ve yazıyı da böyle bitirmeye karar vermiştim.

Ofsattan Goller 1 / 2

1- 

Bugünlerde hiçbir şey yapmak istemiyorum. Bomboş gezmek istiyorum. Benim anlamlı bir şeyler söylememi bekleyen herkese anlamsız cümleler kurmak istiyorum. Sonunda ne olacağını umursamadan canımın istediği ilk şeyi yapmak istiyorum. Düşünmemek istiyorum, hatırlamamak istiyorum. Sonra aklıma geliyor işte, hatırlıyorum. Ben İrem'i seviyorum, İrem beni sevmiyor. Ben İrem'i seviyorum ama İrem'in sevgilisi var. Ben İrem'i seviyorum ama İrem'in sevgilisi duymasın bana çok kızar. Söyledim ya ben unutmak istiyorum, o kadar..

2- 

Ben sana orospu demedim ki orospu gibi davranıyorsun dedim. Orospu gibi davranmak ayrı, orospu olmak ayrı. Benim sana orospu demem seni orospu kılmaz ki, benim gözümde seni orospu kılabilir ama seni orospu kılmaz. Hem orospu değilsen, neden orospu gibi davranıyorsun? Ay neyse bana ne ayol.

3- 

Canım sıkıldı, eski fotoğraflara baktım. Ne kadar da değiştiğimi fark ettim, arkadaşlarım değişmediğimi söylüyor ama çok değişmişim. Arkadaşlarım da çok değişmiş. Bizim evin önünde bir fotoğraf çektirmişiz ama bizim evin önü de değişmiş. Top oynadığımız yerde fotoğraf çekilmişiz, orası artık bir sitenin otoparkı, orası da değişmiş. Zaman geçiyor ve her şey değişiyor. Eski fotoğraflara bakınca anladım, dost diye bildiklerim aslında dost değilmiş..

4- 

Bizim mahallenin en yüksek binasının çatısına çıktım ve "biriniz de beni sevsin lan" diye bağırdım. Kimse duymadı. Bir kedi olsaydım veya onlar gibi 9 canım olsaydı oradan atlardım. Tıpkı bir kedi gibi atladıktan sonra dört ayağımın üzerine düşeceğimi bilseydim yine atlardım. Ama ben sadece bir insandım ve atlayamadım. Ben o çatıdan aşağıya korka korka baktım, korktum ama atlayamadım. Ben oradan atlayamadım ve beni de kimse sevmedi ama olsun.

5-

Sokağını düşün. Sonra caddeni. Daha sonra mahallene şöyle bir bak. Yaşadığın şehri düşün. Daha sonra ülken aklına gelsin. Daha sonra da Dünya'yı düşün. Dünya'dan sonra uzayı düşün, uzayın ardından da evreni.. Sonra bir de beni düşün.. O bümbüyük evrenin, en küçük ve en yalnız varlığını..

6-

Dışarıda ne kadar çok güzel kadınlar var. Çok güzel kadınlar, çok güzel gülen kadınlar, çok güzel götlü kadınlar, çok güzel giyinen kadınlar, çok güzel fiziğe sahip kadınlar, çok güzel gözleri olan kadınlar, çok güzel bakan kadınlar.. Bir de ben ve benim gibi adamlar var. O tüm güzel kadınların yanından sessizce çekip giden..

7-

Kendime hem iyi hem kötü haberim var. İyi haber; İrem sevgilisinden ayrıldı. Kötü haber; İrem sevgilisinden ayrıldığına göre artık beni neden sevmediğine dair kendimi kandırabileceğim bir nedenim artık yok..

8-

İşten kovuldum. Kovulduktan sonra kitaplar okudum, kahve içtim, filmler izledim ve şarkılar dinledim. Yine kötü bir kısa film çektim ve bundan sonra kısa film yapmaktan vazgeçtim. Yaşamaya karar verdim. Hayallerinden ve istediği hayattan vazgeçip sadece bir sonraki boktan günü görmek için gerekli olan şeyleri yapmaya..

9-

Etrafımdaki herkesin birden fazla yüzü olduğunu düşünüyorum. Sonra kendimi düşünüyorum. Bir ben varım, odamın kapısını kapattığı zaman ortaya çıkı baş başa kaldığım kendim. Onun duvarları var ve ona hayatımdaki ender kişiler ulaşabiliyor, diğerleri o duvardan sekip geri dönüyor. Bir de bir başka ben var, onu hatırlıyorum. Arkadaşlarımın, insanların yanındaki kendimi düşünüyorum. Ne kadar da uzağız birbirimize, "hangisi benim?" diye soruyorum ama cevap veremiyorum. Bir maske takmışım gibi geliyor. Sonra düşünüyorum.. En azından benim iki yüzüm var diyerek rahatlıyorum, ne yapayım..

10-

- Alo, o gemi ile mi görüşüyorum acaba? Bak, ben seni bekliyorsam geleceğin için değil. Gelmeni düşünmenin beni hayatta tutan şey olmasından. Heh olur da gelmeyeceksen en azından söyleme, en azından o geminin geleceğine dair olan umudum hep benimle kalsın. Hem elimde umuttan başka neyim var ki? Kaldı ki bana sorarsan o gemi gelecek.. Liman varsa, geminin gelme ihtimali hep vardır, bunu da unutma.. Hadi öptüm, çok da geç kalma sakın..

Ferhat, İrem ve Uykum

Çalmakta olan ve çalmakta ısrarlı olan telefonumun sesiyle kendime geldim. Gözlerimi yavaş yavaş açtıktan sonra kimin aradığından daha çok, telefonun saatine bakarak saatin kaç olduğuyla ilgilendim. Saat 03.30'du ve bu saatte kimin niçin aradığını merak ediyordum. Tüm gece bu hafta oynanan tüm maçları bir kez daha izledim, haftanın genel değerlendirmesini yaptım ve çok yoruldum. Eğer bilgisayar başında çalışıyorsanız, vücudunuz yerine beyninizi kullanarak çalışıyorsanız ve tüm bunlara rağmen yorulduğunuzu söylüyorsanız pek inandırıcı gelmiyor olabilir ancak kesinlikle bugün çok yorulmuştum. Sigortalı bir işim var ve insanlar beni beyaz yakalı olarak adlandırıyor ancak ben ise kendime modern köle diyorum. Sonunda telefona baktım arayan Ferhat'tı. Ferhat beni gecenin 03.30'unda arıyordu. Telefonunu açmamaya karar verdim. Bu saatte aradığına göre önemli olabilirdi hatta belki de korkunç bir şeydi. Birini öldürmüş ve benden yardım istiyor olabilirdi. Biri tarafından öldürülesiye dövülmüş ve benden yardım istiyor olabilirdi. Belki yalnızlık canına tak etmişti ve goy goy yapacak birini arıyordu bu kişi de bendim. Ama tüm bunları düşünürken, Ferhat'ın halı saha maçı için beni aradığını düşündüm ve o yüzden uyumak daha doğru geldi.

Telefon çaldı, çaldı, çalmaya devam etti. Bir an sustu, gözlerimi kapattım ve uyumaya hareketlendim. Tam telefon sustuğu zaman bu sefer kurduğum hayaller, kafamın içinde dolaşıp duran düşünceler ve hatırlayıp pişman olduğum geçmişim uyutmadı beni. Uyumam gerektiğini anladığım an, telefonum yine çaldı. Bu sefer mesaj. Bakmamaya karar verdim sonra dayanamadım, aldım telefonu elime gözlerimi hafif hafif kaldırıp mesajı okudum.

"Kardeşim benden bu kadar, Dünya dönmeye devam edecek ama en azından benim için değil veya Dünya dönecek ama ben artık yokum, bu kadar.. Kitaplarım sana emanet, altını çizdiğim cümleleri lütfen dikkatli oku. Film koleksiyonumu Tuna'ya bırakıyorum, izlesin ve görsün film nasıl yapılır. Yazdığım tüm notlarımı, basılan ancak çok satmayan kitabımı ve basılmasa da benim yazdığım kitabı ise ne olur yakın..  Kardeşim beni unutma demiyorum ama eğer olur da aklına gelirsem beni güzel hatırla.."

Ferhat'ın neden intihar notunu SMS yoluyla attığını bilmiyorum, ben olsaydım mektup yazardım. Ben olsaydım mektubum sayfalarca olurdu, herkese bir şeyler demek isterdim ve çok uzun olduğu için kimse okumazdı. Ancak tüm bunları o an için düşünmedim, aklımdan bile geçmedi. Çok korktum, Ferhat'ın intihar etmesinden, kendisine bir şey yapmasından çok korktum. O telefonu açmamam, hayatım boyunca hep aklıma gelecek ve kendimi suçlayıp duracaktım. Biraz önce bakmaya korktuğum telefona odaklandım, gözlerimi açtım hemen ve Ferhat'ı aradım. Ferhat'ın hala hayatta olmasını ve telefonumu açmasını istedim. Ferhat yaşamalıydı, benim hayatımın sonuna kadar pişmanlık duyacağım bir şey olduğu için değil, yakın arkadaşı olduğum için değil, Ferhat'ın yaşamasını düşündüğüm için açmasını istedim. Ferhat değil Ahmet olsaydı, Seren olsaydı, Mehmet olsaydı, Janset olsaydı yine de isterdim. Ancak Tuna olsaydı ister miydim? Bilemiyorum..

Ferhat telefonu açtı. "Kardeşim nerdesin, çabuk söyle. Lan sakın bak, aman oğlum sakın bir şey yapayım deme." dedim telefonu açar açmaz, ilk söylediklerim bu oldu. Sustu. Hemen tekrar girdim devreye "Neredesin? Geliyorum hemen, ne olur bak sakın bir şey yapma lütfen.." Bu sefer cümleyi tam bitirmeden, o girdi cümleye; "Her şeyin başladığı yerdeyim. Henza Akın Çolakoğlu lisesinin önündeyim, Kalafat parkında Duygu'nun ağzına verdiğim merdivenlerin oraya gel." dedi. "Tamam geliyorum sakın bir yere ayrılma" dedim, tam telefonu kapatıp hızlıca koşturmaya başlayacaktım ki Ferhat atladı "Lan gelirken Bomonti al, filtresiz 50 cl biliyorsun.." dedi, alacağımı söyleyip kapattım telefonu.

Artık yaşamak istemediğini söyleyen, intihar edecek biri neden bomonti ister? Eğer ben de böyle bir karar almış olsaydım kesinlikle ölmeden önce içmiş olduğum son şeyin bomonti olmasını isterdim sanırım. Onun da böyle düşünmüş olacağını düşünerek, hızlı hızlı adımlar attığım şehrin karanlık sokaklarında açık tekel aradım. Açık tekel çoktu ancak gecenin bu saatinde bana istediğim biraları verecek bir tekel bulamadım. Kime durumu anlattıysam, arkadaşımın intihar etmek üzere olduğunu ve onun yanına gideceğimi, yanına giderken de bira istediğini söylesem kimse buna inanmıyordu. Tekelin birinde adam bana senarist olmam gerektiğini söyleyip güldü ve dükkandaki bir müşteriye "şimdiki gençler de her şeye bir mazeret buluyor yahu" dedi. "Bey amcacım, bu mazeret falan değil. Dürüst olamayanların ve aptalların mazereti olur, benim mazeretim yok nedenim var. Ayrıca ben yazmayı denedim ancak yazılarım beğenilmedi" tarzı şeyler söylemek istedim ama hiçbir şey demeden geçip gittim. Sonunda bir tekel buldum, biralara doğru gittim ve 6 bomontiyi kaptım cebimdeki tüm parayı verdim. Tam dükkandan çıkarken adam seslendi, "biraları sarayım ve sen de iyi sakla başım belaya girmesin" dedi, teşekkür ettim ve dükkandan çıktım. Yasaklar, bazı insanları birleştiriyor. Sevgili insanlar, birleşin.

Geldim okulun önüne, geçtim karşı kaldırımın parkına ve karanlıkta görmeyen gözlerimle Ferhat'ı aradım. Baktım parkın arka girişindeki merdivenlerin orada oturuyor, önünde 4-5 boş bomonti yıldızlara bakıyor. Gökyüzü iyidir, göğe bakmak falan güzel şeyler deneyin. Birleşin dediğim halde birleşemeyen insanlar en azından gökyüzünü sevin, bulutları falan sevin oğlum işte. Elimdeki sarılı bira poşetleriyle geçtim yanına, otururken dokundum bacağına, gözlerini bana doğru çevirdi ve benden daha çok elimdeki biralarla ilgilendi. Aklıma sadece götü güzel diye ilgi gösterdiğim Merve geldi. Ben Merve isem, elimdeki biralar Merve'nin götüydü. Sırf biralar için Ferhat'ın bana katlanacağını düşündüm o an ve bir birayı kapıp merdivenin uç kısmına getirdikten sonra sert bir vuruşla bira kapağını açmayı başardım. Sustum, Ferhat da sustu. Sessizce oturduk. Sessizce bu dünya üzerindeki en sevdiğim dil. Ancak bu kadar sessizlik, rahatsız veren bir sessizlikti. Takımı yenik durumdayken, daha fazla sorumluluk alması gerektiğinin farkına varan takım kaptanı edasıyla girdim cümleye;

"Ne oldu kardeşim? Ne intiharı? Nereden çıktı şimdi bu?"

"Emre sence ben korkak bir adam mıyım?"

"Hayır oğlum değilsin. Hatırlasana bir kere okulda duvarı deldik, "kim deldi bu duvarı?" diye sorduğunda hoca, "ben deldim hocam" dedin. Korkmadan, gittin Murat hocanın yanına. Biz hepimiz korkuyorduk mesela sen farkında değildin."

"Oğlum ben bu boş şeyleri demiyorum. Ben diyorum ki korkak bir adam mıyım? Sevmediğim bir işte çalışıyorum. Niye para için mi? Sigortam olsun diye mi? Taksitle bir şeyler alıp, o taksiti ödemek için çalışmak zorunda kalayım diye mi çalışıyorum? Ben gezmek istiyorum, dolaşmak, şiirler okumak, filmler izlemek, denize bakmak istiyorum. Ama hangisini yapıyorum? Hiç. Ölmek istedim, ölecektim ama beceremedim. Kendimi öldüremedim. Korkak bir adam mıyım lan ben!?"

Ferhat haklıydı. Hangimiz korkak değiliz ki? Hepimiz korkağız, korkmamız isteniyor, korkalım istiyorlar, toplum bizi korkak kılıyor. Söylemek istediklerimizi söyleyemiyoruz çoğu zaman. Patron kovmasın diye, öğretmen dersten bırakmasın diye, işveren işe alsın diye söylemek istediklerimizi söyleyemiyoruz. Biz korkuyoruz, birilerinin rahatı bozulmasın diye, bu düzeni bozmayıp bu düzen böyle gerektirdiği için korkuyoruz. İnsanların koyduğu kurallardan, insanların koymadığı ama insanların kendine göre yorumladığı kurallardan korkmamız isteniyor. Konservatuar hayalim vardı küçükken ancak vazgeçmiştim. O dönemde bir metin ezberlemiştim ve şey diyordu; "Bilinç böyle korkak ediyor bizi" kesinlikle öyleydi. Ferhat kendini öldürebilirdi bu oldukça mümkündü ancak yapmadı. Artık dayanamayacak noktaya geldiğini düşündü ama yapmadı. Çünkü kendini öldükten sonra ne olacağı konusundaki soru işaretleri, onun intiharından daha fazla onu öldüren bir şeydi. Yapmadı, yapamadı. Bu onu korkak yapar mı? Bilmiyorum. Ben korkak mıyım? Evet. Ben korkağım çünkü en basitinden bir maça gitmiştim. Maçta görevli bir polis, taraftarlardan birine çok kaba konuşmuş, taraftar ona kendisiyle böyle konuşamayacağını söyleyince itiş kakış başlamıştı. Bunu gören topluluk da her topluluk gibi polise doğru yüklendi ve işte kaos bebeğim. Televizyona çıkmıştı bu olay ve bizden futbol teröristleri diye bahsedilmişti. Halbuki futbol teröristi değildik bunu biliyordum. O gün futbol teröristi olarak ilan edilen ben bugün bu tip olaylarda futbol teröristleri demesem bile ona yakın cümleler kuruyorum. Ben de korkağım bu yüzden. Belki bana futbol teröristleri diyen güzel kız da bu durumun böyle olmadığını biliyordu ama o da korkaktı, bilemiyorum. Sanırım gazetelerde ve magazinlerde gördüğümüz en iyi şey ucuz ponografi içeren fotoğraflar ve fotoğraflar galerileri. En azından niyet ve amaçları belli.

Korkak olmadığını söyledim, yine sustuk. Yeni bira açtı o, ben ise biralar ona kalsın diye yavaş yavaş içiyordum. Zaten birayı çok çabuk içmeyi sevmem, bira içerken erken boşalmayı, erken bitirmeyi istemiyorum.

"Ne oldu Ferhat?" dedim. "Neden böyle bir şey yaptın veya düşündün?"
"Aşık oldum Emre" dedi.
"Kime aşık oldun?"
"İrem'e aşık oldum. İrem'i seviyorum Ferhat."
"Ne var bunda aşık olman normal, sen ilk defa aşık olduğunu demiyorsun ki."

"Bu sefer farklı Ferhat" 
dedi, birayı bıraktı ve bana odaklanıp; "Çok seviyorum ulan." dedi.


Sazı eline aldı adlı deyimi kullanmak için en doğru zaman şu zamandı çünkü Ferhat, uzun bir cümlenin geleceğini belli eden doğrulma hareketini yaptı, gözlerini bana dikti;

"Bu sefer çok farklı. İrem çok güzel, Çok güzel gülüyor, öyle güzel gülüyor ki gülünce mutlu oluyorum. Çocukken Tom ve Jerry düşman değil dost olunca bu kadar mutlu oluyordum, o gülünce aynı öyle mutlu oluyorum. Babam 6. sınıfta ortasında istediğim bilgisayar oyununu yüklemişti bilgisayara o zaman da çok mutlu olmuştum, iki hafta hiçbir şey yapmadan hep o oyunu oynadım. Tıpkı onun gibi mutlu oluyorum. O gülünce sanki annem en sevdiğim yemeyi yapmış ve onu yiyormuşum gibi lan. Böyle hep gülsün, hep bakayım, onun güldüğü zamanları göremediğim zaman benim ömrümden geçmesin, onun gülüşünü izlemediğim her saniye ömrümün sonunda uzatma dakikası olarak dördüncü hakemin tabelasında gösterilsin lan.

Bak tamam çoğu kıza aşık olduğumu söylerim çünkü çok güzel kızlar var dışarıda ama bu sefer farklı. Hani hepimizin bir profili var ya, götü güzel olsun, göğsü şöyle olsun, bacağı böyle olsun. İrem'de öyle bir şey yok ama yani profilim falan umurumda değil. Çok güzel gülüyor, çok tatlı, çok güzel. Daha da önemlisi aynı şeyleri düşünüyoruz, aynı şeyleri seviyoruz, aynı şeyleri izleyip, aynı şeyleri dinliyoruz. Hayalimdeki kadın veya hayallerimde yer alacak kadın gibi geliyor bana bilemiyorum. Öyle bir gülüşü ki var ki, her güldüğünde bir kez daha aşık oluyorum ve her seferinde daha büyük bir şekilde."

Ferhat'ın İrem'i anlatması daha fazla uzun sürdü ancak tekrarlamaya başlayınca ve cümlelerindeki anlam, hissettiği sevginin yoğunluğuna ters orantı yapıp düştüğü için dinlemeyi bir yerden sonra bıraktım. Es verdiğini düşündüğün anda ise hemen söze girip, erken davrandım.

"Ee sorun ne peki kardeşim?"
"Sorun şu ki kardeşim; İrem'in sevgilisi var."
"Ne var bunda? Güzel kızların hep bir sevgilisi olur ve asla sen bunlar arasında olmazsın."
"Ne var biliyor musun? Ben kötü bir adam mıyım sence?"
"Hayır değilsin Ferhat. Biraz tuhafsın ve dayanılması zor bir adamsın ama bu kadar sanırım."
"Peki benim ikisinin ayrılmasını istemem beni kötü adam yapar mı? Çok yakışıyorlar, çok mutlular, çok güzeller ama ayrılmasını istiyorum tüm bunlara rağmen. Ayrılsın ve gelsin kollarıma, terlikleriyle.. Sonra Dünya ne tarafa dönerse dönsün, o kollarımda olsun istersen dönmeyi bırakma kararı alsın Dünya, ne fark eder?"
"Kötü adam değilsin kardeşim, seviyorsun o kadar."

Sustu ve ben ise ona bu durumda her aşık gibi yapması gereken tek şeyin beklemek olduğunu söyledim. Beklemek, gerekirse bir deniz kıyısına gidip denize el sallamak ama bir gün o geminin geleceğine dair olan umudunu kaybetmeden beklemek. Gerekirse her gün acı çekip, onun başkasıyla olan mutluluğunun mutlu olmasına yetmeyi öğrenene dek beklemek. Gerekirse hayata onun gülüşüyle tutulup onu böyle güzel güldüren şeyin başkası olduğunu düşününce deliye dönerek beklemek. Zaman her şeyin ilacı mı? Bilmiyorum. Ama beklemek, bu hayata devam edebilmenin en önemli anahtarı, onu biliyorum. Yarınları beklemek, güzel günleri beklemek, gemiyi beklemek.. Beklemek de beklemek..

"Sevgilisinden ayrılsa ne olacak? Beni seveceğinden emin değilim ki.. Hatta beni sevmez, niye sevsin? Ne yapabiliyorum? İstediği gibi biri değilim mesela.. O çok özgüvenli, çok konuşkan ben ise tam tersi. Ben kendi hayal dünyamda yaşıyorum o ise daha büyük bir evde yaşamak istiyor. Gördüğün AVM'ler onun, parklar benim. Özellikle denize yakın olan parklar."

Bu cümlelerden de sıkılmıştım. Ferhat neredeyse her aşık gibi kendini tekrar etme hastalığına yakalanmıştı. Aynı cümleleri kuruyormuş gibi geliyordu ama ona sorsak her cümlenin anlamı farklıydı.

"Ne alakası var oğlum, sen de yazıyorsun. Çok güzel şeyler söylersin kıza, şiirler yazarsın."
"Ben onun için bu Dünya'ya karşı tek başıma savaş da açarım. O ellerimi tutsa hatta onun ellerimden bir gün tutacağını bilsem bugüne kadar tüm lügatlarda kurulmuş en anlamlı cümleleri söylerim ama yok ki öyle bir ihtimal. Hem İrem güzel bir kız, sevgilisi de var. Ona böyle şeyler çok yapılmıştır, ona ne verebilirim ki? Ne vaat ediyorum ki? Hiç."

Konuştuk, sessizce. Sessizlik çok şey anlattı ama Ferhat dayanamadı bozdu, bu sessizliği;

"Onun istediği biri değilim ama o neyse o olurum. Aynı şeyleri seviyoruz hem! Ne olur beni sevse.."
"Eğer seni böyle değil de, istediği gibi biri olacaksan bırak sevmesin, daha iyi.." dedim.

Ferhat sinirlendi. Biraları bitirdi, biraları bitirirken İrem'i çok sevdiğini ama İrem'in şimdiki sevgilisini çok sevdiğini, bu durumun kendisini perişan ettiği hatta bu yüzden ölmenin daha iyi bir ihtimal olduğunu söyledi. Ancak korkak bir adam olduğunu yeniledi ve korktuğu için intihar edememişti. İrem'in şimdiki sevgilisini sevdiği kadar asla kendisini sevmeyeceğini söyledi. Hatta kendisini hiç sevmeyecekti. Bozuk plak gibi aynı şeyleri söyledi.

Gecenin sonunda taksiye binip, onu evine bıraktım sonra kendi evime geçtim. Yatağıma yattım, tavana baktım. Aklıma bir kaç saat sonra uyanacağım geldi ve moralim bozuldu. Yarın iş yerinde Fight Club'daki uykusuzluk problemi çeken Edward Norton oynamak istemiyordum. Bir-iki saat bile hiç yoktan iyiydi. Ve uyumaya karar verdim..

Bugünden sonra ise İrem bir kaç gün sonra sevgilisinden ayrıldı. Artık ne kadar kuvvetli bir gözünün olduğunu anlayamadım Ferhat ile bir ay sonra sevgili oldu. Ferhat ise bu geceden İrem'e anlatmamı istemedi ve ben bu geceyi anlatmadım. Ben ise o günden beri telefonumu kapatıp öyle yatmaya başladım..








**müzik;

bu yazıyı yazarken en çok yaptığım şey replay tuşun basmak oldu. iki şarkı eşliğinde yazdım;




Düşlerimde Özgür Dünya #19

Güneş bir kez daha doğar, sen senin için doğduğunu düşünürsün ama güneş yine senin için doğmamıştır. Bir gün güneşin senin için doğacağına da inanmaya devam edersin. Takvime bakarsın daha sonra. Aylardan Ağustostur ve Ağustos'un ortası gelmiştir bile. Doğum günündür o gün, bundan yıllar önce takvim yine bugünü gösterdiği zaman sen dünyaya gelmişsindir. Özel günleri önemsemez gibi görünürsün ama bir yandan kimin hatırlayıp hatırlamayacağını düşünürsün içinden. Oysa senin doğman bile senin için pek özel bir gün değildir, hiçbir afilli özelliği yoktur senin için.

18 yaşın geride kalmıştır artık, reşit olmuşsundur. İstediğin mekanlara gidebilir, istediğin filmleri izleyebilir ve sana yaşını soranlara sadece kimliğini göstermen yeterlidir. Devlet de tanır artık seni. İstediğin partiye oy verebilir, yanındaki velin olmadan devlet kurumlarıyla iş yapabilir ve ailenin izni olmadan istediğin yere gitmen bile mümkündür artık. Kimlik taşımak zorundasındır her ne kadar kendini kimlik taşıyacak kadar ait hissetmesen bile. Taşımak zorundasındır çünkü polisler kimliğini sorar çoğu zaman. Ve onlar için geçerli bir neden değildir aidiyet meselesi. Kimliğini unutmamaya özen göstermeye başlarsın, bir kimliğin olduğunu unutmaman lazımdır senin.

19. yaşına giriyorsundur örneğin. Reşit olmayı küçüklüğünden beri düşledin, nasıl bir şey olduğunu merak edip durdun sonuçta ama pek hayalindeki gibi bir şey olmadığını da gördün. Buna rağmen 19. yaşla ilgili bir şey düşünmezsin çünkü 19 yaşın pek afilli bir özelliği yoktur. Kafanda sürekli MFÖ'den "Ne güzel şeysin yaşın 19" şarkısı çalar, sen onu içinden mırıldanır durursun. Kafandan çok şey geçmeye başlar üstelik, çok şey düşünürsün.

Bugüne kadar kendi ayaklarının üzerinde durup duramayacağını test ettin ama bundan sonra ayaklarının üzerinde durmaya başlayacağı yaşa girmişsindir artık. Kendi hayatını kurmaya kafandan başlamışsındır, kafanın içinde bundan sonra tamamen sana ait olacak hayatını düşlemeye başlarsın. Kendi hayatının oluşması için ilk adımlarını atacağın yaşa gelmişsindir çünkü. Ne yapacağını bilememe telaşını yaşarsın normal olarak, ne yapacağın ile ilgili tek bir fikrin yoktur. Ancak bir şeyler yapmanın gerektiğinin farkına varmışsındır. Geleceği düşünürsün, gelecek bir an için gözünü korkutur düşünmekten vazgeçersin. Yaptığın hataları düşünmeye başlarsın daha sonra. Düşündükçe düşünürsün. Yaptığın hatalar sana tecrübe olarak yansımıştır ama bu hatalarla yüzleşmene engel olamaz. Hataları düşünmeye başladıkça, kendine kızarsın, kendine kızmaya durdukça düşünmemeye çalışırsın. Dünden bu kadar pişman, yarından bu kadar endişeli olunca bugünü nasıl yaşayacaksın? Bunu düşünüp durursun, bunu sorarsın kendine ama bir türlü cevap veremezsin.

Çok sayıda insan girmiştir hayatına ama o hayatına giren insanın çoğu artık yoktur hayatında. Eskiden bir insanı hayatına daha kolay alırken, artık bu kadar kolay olmadığını görürsün. Hayatında var olan insanları kaybetmek istemezsin sadece belki bunu o insanlara belli edemezsin ama onları kaybetmemek için her şeyini yapacağını bilirsin. Yalnızlıktan şikayet ederken, yalnızlığa koşmak istersin ilk fırsatta. Yalnız olmadığını düşündüğün anda ne kadar yalnız olduğunu fark edersin, yanındaki insanların fark edemediği bir yalnızlıktır bu.

Çoğu zaman dünya sana karşıymış gibi gelir ve çoğu zaman dünya sana karşıdır. Hayaller kurmuşsundur gerçek olamayacağını bile bile kurduğun hayaller vardır. Çoğu zaman tüm insanlar birlik olup, hayallerinin ağzına sıçmıştır. Ne zaman bir hayal kursan hemen yanında kocaman, bümbüyük kırıklıkları da vardır. Anlarsın ki hayaller gerçekleşmek için değil hayatına devam edebilmek için var. Hayallerinin olduğu sürece gerçekleşmemesi umurunda da değildir zaten, hayallerinin gerçekleşmesi için umut dışında elinde bir şey de yoktur. Umut elindeki tek şeydir ve ona daha sıkı sarılırsın.

Filmler izlersin, kitaplar okursun. İçinde bulunduğumuz ve dönmeye devam eden dünyanın yerine kendi kafanın içinde kurduğun bir hayal dünyasında yaşarsın. Çoğu insan kafanın içindeki bu dünyadan haberdar değildir ve umursamaz ama sen tüm bunlara rağmen bu boktan gezegen yerine kendine ait o küçük dünyada hapsolmayı göze almışsındır. Henüz 19 yaşındasındır ve düşlerinde özgür dünya vardır. Anlamazlar, anlatamazsın. Dünyayı değiştirebileceğine dair umudun her geçen gün daha azalır ama her geçen gün kendi dünyanı kaybetmemeye daha fazla özen gösterirsin. İzlediğin filmlerdeki karakterler gibi, okuduğun kitaplardaki karakterler gibi hissedersin kendini, en azından çoğunu sevmişsindir. Kendi hayatının roman olsa, boktan bir kitap olacağını anlarsın. Ama dizüstü edebiyatı saçmalığı kadar boktan değil, haksızlık etme kendine.

Küçükken kurduğun hayaller gelir aklına ne kadar çok değiştiğinin farkına varırsın. Ne küçükken istediğin gibi doktorsundur, ne de astronot. Bundan sonra uzayla ilgili tek merakın başka bir gezegenin bulunması olur ve oraya bir an önce siktirip gidebilmek. Veya belki Nolan'ın yeni filmi. Ortaokulda polis olmak istediğini hatırlarsın bir an için sonra sokakta gördüğün o polisleri görünce polis olmaman rahatlatır seni. Oyunculuk hep içinde uktedir mesela, hep ukte kalacağını anlarsın ve başlı başına bir hüzündür bu. Televizyonda gördüğün yeteneksiz herifleri izleyemezsin. Futbolcu da olamamışsındır ve tuttuğun takımın formasını giyip o formanın kıymetini bilemeyen futbolcular deli eder seni. 19 yaşındasındır artık ve küçükken kurduğun düşlerin gerçekleşmediğinin farkına varırsın. Ancak bunun çok da önemi yoktur çünkü artık o küçük çocuktan eser kalmadığını fark edersin.

İnsanlar konuşur, insanlar çok konuşur ve senin insanlardan istediğin tek şey susmalarıdır. Susmanın ibadet sayıldığı yeni bir din, susmanın anayasada yeri olduğu bir ülke hayal ediyorsundur. İnsanların hepsi o kadar haklıdır ki, bu dünyada haksız olan bir tek senmişsin gibi hissedersin. İnsanlar ne kadar da kalabalık ve sen ne kadar da yalnızsın. Bir kez daha kalabalıktan ne kadar nefret ettiğini hatırladın.

Yaşıtların gibi çok para, çok kral evler, çok güzel manitalar ve popülerlik gibi bir şeyleri düşlemedin ki sen. Sen hayal ettiysen en fazla yapmak istediğin işi yapabilmeyi istedin, senin için en büyük düş buydu çünkü. 19 yaşındasındır ve en azından ileride sevdiğin bir işi yapıp yapamayacağın konusunda düşüncelere boğulursun. Ya sevdiğin bir işi yapacaksındır ya da ne yaparsan yap kendini boynunda tasma ile gezen bir köle hissedeceksindir. Ve senin tasmanı sadece biraz daha uzun bırakıp, köle olmadığını söyleyeceklerdir, tüm olan budur çok fazlası değil.

Evde küçük bir pasta ve deli gibi içip durduğun kolanın yanı sıra çeşit çeşit abur cuburla bugüne kadar seni her halinle sevecek insanları görürsün. Ailen vardır o masanın etrafında ve bir kaç arkadaşın. Gülümsersin, öncekiler gibi zoraki bir gülümseme değildir bu. Üzerindeki mumlara bakarsın, üflersin. Belki işler iyi gitmiyordur ama kötü de değildir, yukarıda var olduğuna inandığın Allah'a şükredersin, her ne kadar ona olan inancını gösteremeyip içinden yaşasan bile. En büyük mutluluk, yanındaki o insanların olmasıdır. Onların gülümsemesi, en büyük hediyedir. Belki sana çok şey vermemiştir hayat ama en azından bunu elinden almamasını istersin.. Onların mutlu olması, senin mutlu olmandan daha önemlidir her zaman senin için ve bunun böyle devam etmesini istersin.. Yaşın 19 olmuştur ama isteğin hep aynı..

Hoş geldin 19. yaşım..

(15 Ağustos 1996)





Facebook hesabımdan bu konu ile ilgili paylaştığım gönderi;

Sevgili 19. yaşım; bu cümleleri sana henüz 18 yaşındayken yazıyorum. muhtemelen 7 gün sonra seninle resmen kavuşmuş olacağız hatta saat 00.00'ı geçtiği için resmi olarak daha az bir günümüz kaldığını söyleyebilirim.

reşit olmak küçüklüğümden beri beklediğim ve nasıl olacak diye kendi kendime düşünceler kurduğum bir şeydi ama 18 yaşın pek de afilli bir şey olmadığını anladım. artık babyface olduğum için kimlik isteyen mekanlara direkt kimliğimi verip, polemiğe girmiyorum. her ne kadar kimlik taşımayı alışkanlık haline getiremiyor olsam bile. ne yapayım aidiyet eksikliğim var, kimliğim olduğunu hep unutuyorum. oy da kullandım, bir işe yaramadı ama olsun. devlet artık beni tanıyor, beni birey olarak sayıyor, bankalar da öyle. bankalar mesaj atıyor, bankalar arıyor. galiba ben büyüdüm, seninle kavuştuğum zaman ne olacak hiç bilemiyorum. bunlar beni çok sıkıyor, çok bunalıyorum, çok da sıkılıyorum. istersen kuş da vurabiliriz.

19 yaşım; sen ne 18 gibi seksi bir yaşsın, ne de 20 gibi ağırlığı olan bir yaş tam böyle arada kalmışsın yani. ne tam böyle büyük olacağız seninle birlikte ne de küçük, ne böyle herif olabileceğiz ne de eskisi gibi çocuk. tam arafta kalan bir yaşsın ama olsun ben de hiçbir şeyi tam olamadım mesela. 10'lu yaşlarımın sonusun, tamam belki ilki olamadın ama sonusun işte, seni hınzır seni.

ben kendimi bir üniforma halinde hayal edemiyorum ama aynı zamanda onu temsil ediyorsun sevgili 19. yaşım ama merak etme seninle bu politik şeylere girmeyeceğim çünkü anlamıyorum ve anlamadığım şeyler hakkında konuşmaktan her zaman kaçınmışımdır. neyse 19. yaşım nazım hikmet senin için şiirler yazmış, daha ne olsun. bana kimse şiir yazmadı mesela. ben şiir yazmayı denedim ama beceremedim. olsun.

seninle düşlerimi gerçekleştirmeye devam etmek istiyorum. bir uzun metraj, bir de roman. kısa filmlerden de saçma sapan bir ödül bile alsak, tamamdır bu iş. çok mu baskı ve beklenti yükledim üzerine? korkma. olmadı kaçıp gideriz bir yerlere, bu da yeter.

neyse ben susayım, arka fonda çalan şarkı konuşsun; "ne güzel şeysin sen, hep yaşın 19" mazhar abi ne kadar yanılıyor olabilir ki sevgili 19. yaşım? he,unutmadan; daha 19 yaşımda, düşlerimde özgür dünya..

Eskişehir'de Bir Gemi

Kendi neslimden iğreniyorum. Kendi neslimden iğrendiğim gibi benden sonra gelecek kuşaklardan korkuyor ve onlar adına endişeleniyorum. Her şeyin kolayına alışan, okumayan, birbirlerini taklit eden, popülist insanlardan nefret ediyorum. Kendilerinin nasıl biri olduğundan daha çok, nasıl gözüktüğüne önem veren içinde bulunduğum bu nesilden nefret ediyorum. Tıpkı kalitesiz bir ürünün, reklamlara ağırlık vermesi gibi geliyor bana ama en azından kendilerini pazarlayabilme konusunda çok iyi olduklarını görmek mümkün. Birbiri gibi giyinen, birbirleriyle aynı şeyleri seven ve kendileri gibi olmayan insanları anlamsız bir şekilde küçük görebilen bu nesilden kesinlikle nefret ediyorum. Kendini geliştirmeyen, kitap okumayan okusa bile dizüstü edebiyat veya türevleri gibi saçma sapan instagram'da fotoğrafını paylaşmaya yönelik kitaplar okuyan kendi neslimden nefret ediyorum. Kaliteli ve iyi filmler izlemek yerine popülist klişe kokan filmleri izleyen, televizyondaki basit romantik ve ucuz pornografiye kanıp o dizileri izleyen bu nesilden nefret ediyorum. Medcezir dizisinden fırlamış gibi hayat sürmek isteyen bu nesilden nefret ediyorum. Sırf başkaları da yapıyor diye hiç sorgulamadan o şeyleri yapan bu nesilden nefret ediyorum. Popüler kültür fahişelerini dinleyip onlara özenen, onlar gibi olmaya çalışan kendi neslimin kızlarından nefret ediyorum. Tüm bunları düşünüp yaşlandığım zaman yeni kuşakla çatışma yaşayan çekilmez bir yaşlı olacağımın farkına varıyorum ve bu durumdan da nefret ediyorum.

Bu neslin bir üyesi olan İrem ile bir arkadaşım sayesinde tanıştım. Daha doğrusu ben onu arkadaşım sayesinde tanıdım. Başka bir şehirde yaşıyordu, şehirlerimiz farklıydı. Tesadüf eseri tanışmıştım onu ve onu gördüğüm zaman "hiçbir kimse hiçbir kimsenin hayatına tesadüf eseri girmez. Ya bir şey kazandırır ya da bir şey kaybettirir ama kesinlikle tesadüf eseri girmez." tarzı bir cümle aklıma gelmişti. İrem'in de bana ya çok şey kazandıracağını ya da çok şey kaybettireceğini düşündüm, kesinlikle hayatıma öylesine girmemişti. İrem çok güzel bir kız, saçları sarı, dudağı kusursuz yüzüne yakışan ideal bir dudaktı ve kırmızı rujun birine bu kadar çok yakışması mümkün değildi. 1.72 boylarında, ince ancak zayıflıktan kırılacak kadar da olmayan güzel bacaklara sahip, göğsü ne çok büyük ne çok küçük ideal sayılabilecek bir büyüklükte, kalçası o incecik belini düşündüğümüz zaman gayret kusursuzdu yani ideal bir fiziğe de sahipti. Hem güzeldi, hem çok güzel bir fiziği vardı, hem de çok güzel giyiniyordu. Çocukken dinlediğim tüm masallara inanmak istedim. Masalların gerçek olmasını istedim. Çünkü onunla benim bir araya geldiğim hikaye değil, masal olurdu. Ancak masallara inanacak yaşı çoktan geçtim.

Arkadaşım sayesinde tanıdığım ve şehir dışında oturan İrem'i tanıyan tüm arkadaşlarıma sordum. Ortak arkadaşlarımız vardı ve hepsi İrem ile yakındı. Ve ben yerimde olacak her erkeğin yapacağı gibi onlara sorarak İrem hakkında bir şeyler öğrenmeye baktım. Nasıl biri olduğu, neler bildiklerini öğrenmem gerekiyordu. Onun hakkında öğreneceğim tek bir şey bile benim için çok iyi sayılırdı. Kime sorduysam İrem için güzel, şımarık, havalı, orospu olduğunu söyledi. Orospu olduğunu söylediklerinde "ağzınızı sikerim lan sizin" diye tepki göstermeyi düşledim ama "sana ne lan? sen kim oluyorsun?" tepkisinden korktum. Çünkü ben onun hiçbir şeyiydim, yabancıydım. Onun yanından geçip gitsem, muhtemelen beni fark etmezdi. Onun hakkında çok şey öğrendim ama zaten tahmin edebiliyordum. Bir kız bu kadar güzelken, kendini neden böyle gösterir? Neden insanların onu böyle tanımasına olanak verir? Neden güzelliğinden başka bir şey veremeyeceği fikrini sokar insanların kafasına? Bunu bir türlü anlayamıyorum. Bacaklarını, göğsünü ve kalçasını ön plana çıkarıp duruyor. Ben ise hiçbir şeyi olmadığım halde onun fotoğraflarına bakıp, hem sinirleniyor hem de onun adına endişeleniyorum. Kendini neden seks objesi olarak lanse etmeye çalışıyorsun bebeğim, lütfen bana da anlat! Bilemiyorum belki bu yaptıkları yıllar sonra onu pişman olacak, belki bugün beni anlamayacak ama yıllar sonra bana hak verecek.

Eskişehir'e geldim, üniversiteli kaynıyor. Her sarışını İrem sanıyorum, gözüm bir sarışın gördüm diye kalbime haber yolluyor, bunun haberini alan kalbim daha hızlı atıyor ve beynim "durun oğlum bir dakika" diyerek, o kızın İrem olmadığını gözlerimin görmesini sağlıyordu. İrem hakkında söylenenler her zaman kafamın içinde dolaşıp durdu. Eğlenilecek kız olduğunu söyleyip durdular, aşık olunacak bir kız değilmiş. Ben buna inanmak istemiyorum. "Bad girl" özenmeleriniz yüzünden, şu tumblr adlı siteye sokayım! Aşık olmak için fazla neşeliyim tavırlarından, özgür kız özenmelerinizden bıktım. Tıpkı Kaybedenler Kulübü filmini izleyip, oradaki gibi kaybedenler olmaya özenen hemcinslerim gibi geliyor bu bana. Neden attın çıplak fotoğraflarını İrem, neden herkes seni sikebilmeyi düşlüyor ve en kötüsü neden sen tüm bu olanlardan rahatsızlık duymuyorsun. Kafamın içinde bu tür düşüncelere karşı bir savaş açtım, seni temin ederim ki bebeğim savaş kötüdür ve ben savaşa da karşıyım. Tüm bu yaptıklarının geride kaldığını ve benle beraber yeni bir sayfa açabileceğini düşünüyorum. Her şeye yeniden başlayabiliriz diye umut ediyorum, hele bir birlikte olalım da gerisi kolay. Bilinçaltım benimle oyun oynuyor, İrem herkesi tanıyor veya herkes İrem'i tanıyor. Üstelik hepsiyle de çok yakın. Çok yakın konuşuyor ve ben evimde kendi kendime çıldırıyorum. Halbuki bana ne, ben kim oluyorum? Aslında bu tip şeyleri hiçbir zaman yaşamadım hatta eski sevgililerim çoğu onları kıskanmadığımı, onlarla ilgilenmediğim için şikayet edip durdular. Ben bu kadar dar kafalı biri değilim ama İrem'in bu tip şeyler yapmasını kaldıramıyorum, böyle bir kız olmasını istemiyorum. Onun için çok daha güzel planlarım var, o böyle bir kız olmamalı. Basit bir kız olmamalı en azından basit bir kız gibi davranmamalı. Bunu çok istiyorum.

İrem geliyor sonra konuştuğumuz gibi tam 6'da, Eskişehir'de bir barda oturuyoruz karşılıklı. O bana bakıyor ve eli çantasındaki sigaraya gidiyor, ben ise onu izlemeye devam ediyorum. Dünyanın en güzel filmini, en sevdiğim sahneyi ve çok keyifli bir maçı izlermiş gibi hissediyorum. Gözlerimi kırpmak bile istemiyorum, bir saniye bile kaçırmamam gerek çünkü. Sigarasını yakıyor, bir kez çekiyor sigarasından ve o güzel dudakları arasında öyle güzel duruyor ki sigara Marla Singer yanında lüzumsuz biri olarak kalır. Onu izlemeye devam ediyorum. Onu izlerken, o da bana bakıyor, etrafa bakıyor. Ben ona hala bakıyorum ama konuşmuyoruz, ben ne diyeceğimi bilmiyorum ama sanırım o bir şey demek istemiyor. Diğer masalarda insanlar çok ve bu mekan biraz gürültülü. İrem ile konuşmayı beklerken, İrem hariç herkesin konuşması başımı ağrıtıyor. İrem'in sesi dışında tüm sesler, gürültüden ibaret benim için. İrem'e bakıyorum, ona bir şeyler söylemek istiyorum ama ne diyeceğimi bilemiyorum. Kafamın içinde ona demek istediklerimi düşünüyorum, cümleleri bir araya getirmeye, hangilerini söyleyeceğime karar veriyorum. Hemen ardından garson geliyor, ne içeceğimize karar veriyoruz. Ben bir bomonti alacağım, karşımdaki güzel bayan ise Efes malt içecek.

"İrem" diyorum, "çok güzelsin."
"Biliyorum." diyor.

Biliyorum diyor, sadece biliyorum. Onun kadar güzel olsaydım, ben de güzel olduğumu bilirdim diye düşünüyordum. Hem benden önce kaç erkek ona ne kadar güzel olduğunu söylemiştir, şiir bile yazmıştır diye aklımdan geçiriyorum. Aklımdan "bana güzelliğin dışında verebileceğin ne var? Göğsün sarkacak, götün artık çekici gelmeyecek. Rahmin bile çok pis lan senin!" tarzı replikler geliyor. Ama en azından ben İrem'i öyle de seveceğim, onu düşünerek bir an rahatlıyorum.


"Senle ben hiç olmayacak mıyız İrem, bizim bir hikayemiz olmayacak mı?"
"Hayır" diyor. "Hayır Alper, bu bir masal değil."

"Neden?" diyorum, sadece bu soruyu sormak geliyor içimden, sadece bu sorunun cevabını merak ediyorum.

"Çünkü" diyor.
"Çünkü.. Senle ben birlikte olamayız, olmaz yani. Sen ve ben ayrıyız. Sen festival filmisin, ben ise gişeye oynayan bir filmim. Galatasaray'ı sevmemiz dışında ortak bir paydamız bile yok ki, hem benim erkekte aradığım şeyler daha farklı hem ben senin hayal ettiğin gibi biri değilim."

Susuyorum. Bazen bir bakış, kurulabilecek tüm cümlelerden daha anlamlı olabilir. Öyle bir bakış bu. İrem bir sigara daha yakıyor, sigarasını bitiriyor ve gidiyor. Ben masada kalıyorum, arkasından bakıyorum. Halbuki ben onun için değişmeye göze almıştım, o da geçmişte yaptığı hatalara karşı yeni bir sayfa açabilirdi. En azından şimdi hata olarak görmese bile, yıllar sonra hatırlayıp kendisine kızacağı bu şeyleri yapmak zorunda olmazdı. Susuyorum ve yeni bira söylüyorum. Bazen en iyisi, susup sadece bira içmek. Yanımdaki gürültüden nefret ediyorum, kalabalıktan da nefret ediyorum, kendi neslimden de nefret ediyorum, hemen hemen her şeyden nefret ediyorum ama az evvel zaten kırık olan kalbimi daha çok parçaya bölüp giden İrem'e nefret besleyemiyorum..

İrem kalktı gitti masadan, ben masada kaldım. Eskişehir'de boktan bir barın, dışarıya koymuş masasında oturuyorum. Ben beklerim, belki bir gün gelir diye beklerim ama o gelir mi? Onu bilemiyorum. Gelecek gemiyi herkes bekler zaten, önemli olan gelmeyecek gemiyi beklemek de.. Ben beklerim..