Pages

Ne Yapacağını Bilmeyen Tuna ve Onun Yolu

Alarm sesi olmadan uyanmanın verdiği mutlulukla öğlene doğru uyanmıştım. Alarm kurmama, daha erken bir saatte uyanmama gerek yoktu çünkü artık işsiz bir insandım. Uzun bir süredir editörlük yaptığım siteden kovulmuştum. Aslında kovulmamıştım site kapanmıştı ve site kapandığı için artık çalışamayacaktım. Televizyonu açtım, kanalları gezdim. Kanalları gezerken televizyona neden "aptal kutusu" dendiğini bir kez daha anladım. Televizyonun gündüz kuşağı, akşam yayınlanan dizilerden daha kötü durumdaymış onu fark ettim.

Balkona geçtim, dışarıya baktım. Artık bir işim yoktu, peki şimdi ne yapacaktım? Neredeyse hemen hemen her spor sitesinde, Galatasaray sayfasında ve hatta Beşiktaş radyosunda bile çalışmıştım. Bundan sonrası ne olacaktı? Düşündüm, cevap veremedim. Ne yapacağımı bilmiyordum ve ne yapacağımı düşünmek beni endişelendiriyordu. Yapabildiğim hiçbir şey yoktu. Her ay düzenli olarak okuduğum dergilere mailler attım, hiçbiri geri dönmedi. Ot dergisinde bir kere olacak gibi oldu ama o da olmadı. Yazmak dışında hiçbir şey yapamıyordum ve daha kötüsü yazmayı da becerebildiğim söylenemezdi. Kola koydum kendime ve düşünmeye başladım. Babamın şirketinde çalışsam beceremezdim, ticari zekam hiç yoktur. Ailenin birkaç üyesi gibi inşaat işinde çalışayım desem ne çizimim iyidir ne de güçlü biriyim o kadar şey taşıyabileyim. Tamircilik desem 20 yaşıma gelmiş olmama rağmen hala araç gereçlerin adını bilmiyorum ve çekiç tutmak bana göre değil. Hele elim kalem tutmaya alışmışken, çekiç tutabileceğimi pek sanmıyorum.


Yapacağım şeyle ilgili hiçbir fikrim yoktu ve benim yaptığım tek şey biten bardağıma kola koymak oldu. Henüz kahvaltı etmemiştim ama kola içiyordum. Doktor kola içmemi yasaklamıştı en azından bu kadar çok içmemem gerektiğini yoksa 30 yaşıma geldiğim zaman daha fazla acı çekmeden ölmek isteyebileceğimi söylemişti. 30 yaşıma henüz gelmemiştim ama yaşamak istediğim de pek söylenemezdi. Kolamdan bir yudum aldım. Bugünlerde hayata sadece kola ve Galatasaray ile tutunuyorum. Küçükken Galatasaray kaybettiği zaman ağlardım şimdi ise daha çok sinirleniyorum ve üzülüyorum. Üzülüyorum ama ağlamıyorum, sinirden ağlamak üzere olduğum anlar oluyor. Galatasaray forması giyen Sinan Gümüş aklıma geliyor onun için de üzülüyorum. Potansiyeli çok yüksek, çok iyi bir futbolcu olacak gibi duruyor. Ancak forma şansı bulamıyor ve onun için üzülüyorum. Bilemiyorum belki de kendimi Sinan Gümüş'e benzetiyorum. Sinan gibi bir potansiyelim var ancak hayat Hamza Hamzaoğlu olup, bana forma şansı vermeyecek diye korkuyorum.

Biraz daha dışarıya baktıktan sonra kahvaltı yapmaya karar verdim. Kahvaltıyla aram çok fazla olmadığı için hemencecik kahvaltımı yapıp, dışarıya çıktım. Nereye gideceğime dair en ufak bir fikrim yoktu, yürüdüm. Attığım adımların beni nereye götüreceğini pek umursamadan yürüyordum. Tüm insanlara baktım, hepsinin bir amacı vardı. Yüzlerindeki o ifade, adımlarının hızlılığı ve sürekli bakmak zorunda oldukları kollarındaki saatleriyle bir amaçlarının olduğu belliydi. Benim ise tek amacım insanların arasından sessizce çekip gidebilmekti. Tıpkı bu Dünya'dan da olacağı gibi bu sokaklardan, bu caddelerden, bu insanların yanından sessizce siktir olup gidecektim. Ellerim cebimde yürüdüm, tüm caddeyi gezdim, kalabalığın arasına karıştım. En iyi yaptığım şeyi yaparak, etrafımdaki kalabalığa kendimi unutturdum. Hiçbiri beni fark etmedi, sessizce çekip gittim yanlarından. Bir süre daha dolandıktan sonra eve gitmeye karar verdim. Evde kaldığım zaman evin duvarları üzerime üzerime geliyordu, dışarıya çıktığım zaman tüm bu insanlar sanki üzerime üzerime geliyordu. Evden kaçayım diye dışarıya çıkan ben, tekrar eve dönmeye karar verdim.

Eve döndüm, kitaplarıma baktım. Dostoyevski'yi çok seviyordum, onu okumanın hayatımda yaptığım en doğru iş olduğunu düşünürüm. Hayatımın kitabı olan Aylak Adam'a şöyle bir baktım ve tebessüm ettim. Yabancı, Yolda, Erken Kaybedenler, Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar hatta Küçük Prens bile. Tüm kitaplarım birlik olup bana baktılar, onlarla göz göze geldim. Öyle baktık ki birbirimize, bu hayatta birbirimiz dışında hiçbir şeyimizin olmadığını anladık. Kitap okumayı seviyordum, film izlemeyi de öyle. Kitaplar siz istemediğiniz sürece sizi asla bırakmaz hatta bazılarını siz isteseniz bile bırakamazsınız.

Kitaplara baktıktan sonra kararımı verdim. Yazacaktım. Ne yazacağıma karar veremedim. Futbol yazmak istemiyordum, futbolu seviyordum ancak futbol yazmak artık beni mutlu etmiyordu. Siyaset yazayım desem siyaset bilmediğim için ne yazacağımı bilemezdim, Barış Atay olmaya gerek yok. Yapabileceğim en iyi şeyi ve yapmak istediğim asıl şeye tekrar karar verdim. Dertlerimi anlatacaktım, bunun için yazacaktım. Hayatımda, bu Dünya'da, ülkemizde o kadar çok şey oluyordu ki tüm bunlar beni daha fazla yazmaya itiyordu. İnsanlarla ve toplumla her zaman bir uyum sorunu yaşayan ben için en iyi şey yazmaktı, yazmadan edemiyordum, yazmadan edemeyecektim. Peki bu kadar yazmak istiyorken, beni sorgulatan şeyler neydi? Yazarak para kazanamadığım için mi? Belki bu olabilirdi ama ben zaten bunu biliyordum. Yazılarım çok okunmadığı için miydi? Hayır bu olamazdı. Çünkü çok okunması benim için bir şey ifade etmiyordu. Eğer öyle bir şey isteseydim; "Elif Gibi Sevilmek" , "Sabah Ereksiyonum", "Allah de Gerisini Ticarete Bırak" veya bu tarz şeyler yazardım. Ancak niyetim Pucca, Arda Erel veya Kahraman Tazeoğlu olmak değildi. Yazarlığımı sorguluyordum. Daha doğrusu yazar olup olamadığımı. Etrafımdaki herkes benim yazdığım şeylerin iyi olduğunu söylüyordu. Ben bundan emin değildim. Okuduğum çoğu insandan daha iyi yazdığımı düşünüyordum ama asla kafamdaki bir yazıyı yazdığımı hatırlayamıyorum. Çok okuyup, çok yazıyordum ama her seferinde daha çok okuyup, daha çok yazmam gerektiği fikrini benimsiyordum.



Açtım bilgisayarı, bir şeyler yazmaya karar verdim. İçimdeki sıkıntı, kafamdaki düşünceler başka türlü geçmeyecekti. Bundan sonra yazacaktım ve ben yazarken aynı zamanda bundan para kazanabilirsem dünyanın en şanslı insanı olarak görecektim kendimi. Blog sayfamı açtım, artık daha güncel tutmaya karar vermiştim ve yazılarımı artık oraya yazacaktım. Kimseyle de paylaşmayacaktım gerekirse ama hep yazacaktım kendi blog adresimde, buna karar vermiştim. Ne yazacaktım? Beni terk edip giden Gülbahar'a mı yazsaydım? Ancak onunla sadece sevişmeyi seviyordum, ona bir şeyler yazmam gereksizdi. İrem'e bir yazı daha mı yazsam diye düşündüm ama sonra vazgeçtim. İrem için çok şey yazmıştım, söyleyeceğim her şeyi söylemiştim zaten o yüzden yazılacak hiçbir şey kalmamıştı. Hem bekleyeceksem sessiz sedasız gerekirse her gün deniz kıyısına gidip denize el sallayarak beklemem gerektiğine karar verdim. Tanrı'ya mektup tadında bir şey yazmayı düşündüm daha sonra muhafazakar bir aileye sahip olduğum aklıma geldi ve vazgeçtim. Zaten inançlı bir insanım, bu tip şeylere pek bulaşmak istemiyorum. Galatasaray için bir şeyler yazacaktım ama sonra onun hakkında da bir şey yazmadım. Çünkü ben Galatasaray ile ilgili yazınca çok küfür ediyorlar. Taraftarlar sanırım poh pohlanmak istiyor ve ben de takımımı uzaktan sevmek istiyorum. Uzaktan sevmek, sevmelerin en gerçeği. Hayatımda çok şey sevdiğim söylenemez ama sevdiğim her şeyi Galatasaray gibi sevmek istiyorum. Karşılıksız, yalansız, dolansız, hiçbir şey beklemeden. Güzel günler görmek isterken, kötü günlere de onunla birlikte razı olmayı istiyorum.

Kendimle ilgili yazmaya karar verdim. Her yazdığım yazı kendimden bir şeyler taşıyordu ama asla ben değildim. Bu sefer ise ilk defa yazdığım bir yazıda tamamen kendim olayım dedim. Yalnız, sevmeye çalışan ancak sevildiğini düşünemeyen, ne yapacağı hakkında hiçbir fikri olmayan kendim hakkında yazmak istedim. Yazının nasıl biteceğini bile düşündüm.

"Ulan Tuna" dedim kendi kendime; "Yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. Yol belli eğ başını usul usul yürü şimdi."

Yol belliydi, yazacaktım ve yapabilirsem sinema yapacaktım. Bu yolda yürüyecektim ve yazıyı da böyle bitirmeye karar vermiştim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder