Pages

"Ne yapıyor bu Tuna?"

Merhabalar. Bu yazıyı benimle ilgili çokça gelen sorulardan sıkıldığım ve biraz da kendimi anlatabilmek için yazıyorum. Yazının başlığından anlaşıldığı üzere "ne yapıyor bu Tuna?" diye soru soranlar çok, en azından o sorunun cevabını verebilmek ve kendimi bir nebze olsun ifade edebilmek, söylemek istediğim şeyleri söylemek istiyorum.

Bu yüzden ilk defa kendimin yazdığı herhangi bir şeyin okunmasını, okumanızı çok isterim..

"SANAT YAPMAK ZOR AMA SANAT YAPMAYA ÇALIŞMAK DAHA ZOR."

Sanat yapmak Dünya'nın neresinde olursanız olun kolay bir şey değil ama ülkemizde yani Türkiye'de sanat yapmak biraz daha zor oluyor. Sanat yapmak zor evet ama bence daha zor olan sanat yapmaya çalışmak. Ben sanat yapmaya çalışmanın, sanat yapmaktan daha zor olduğunu düşünüyorum. Sanat yapan bir kimse zaten sanatçı olduğu için en azından işinin bir nebze olsun kolay olduğunu ancak yaptığı şey sanat olarak kabul görünmeyen bir insanın sanat yapmaya çalışmasının daha zor olduğunu düşünüyorum.

Ben bir şeyler üretmek isteyen biriyim, bu yüzden çaba veriyorum. Benim gibi çok genç, çok insan var. Çoğunun amacı popülarite, para bulmak veya bu tarz şeylerken içinde benim de bulduğum çoğunun amacı sadece sanat yapabilmek, bunu görüyorum. En azından kendi adıma konuşmak gerekirse ben bir şeyler anlatmak istiyorum, bir şeyler anlatırken insanlara bir şeyler söyleyebilmek beni daha çok mutlu eder ancak istediğim asıl şey insanlara bir şeyler anlatabilmek bunun için çabalıyorum. İnanın sanat yapmaya çalışmak çok zor ama vazgeçmek daha zor. İnanılmaz bir şey bu çoğu zaman yapamadığını düşünüp her defasında yeniden başlamakla sonuçlanan bir zorluk.

"BEN KİMİM? SADECE BİR ŞEYLER ÜRETMEK İSTEYEN BİRİYİM"

En çok sorulan sorulardan soru kim olduğum ve neler yaptığımla ilgiliydi. Öncelikle 15 yaşımdan beri internet sitelerinde editörlük yapıyorum. Özellikle çok sayıda spor sitelerinde ve Galatasaray sayfalarında editörlük yaptım. İnsanların haberci, editör veya admin olarak beni tanımaları bu yüzden.

Yazmak keyif aldığım bir şey ve üç senedir ufak da olsa para kazanabildiğim bana iyi gelen ender şeylerden. Her gün yazıyorum zaten, yazmasam ölecek hastalığına yakalandım ve o yüzden sürekli olarak yazıyorum. Futbol hakkında yazmaya başladım sonra sıkıldım Galatasaray yazmaya başladım. Ara sıra Galatasaray yazıları halen yazmaktayım ama asıl yazmak istediğim şey hikaye. Hikaye yazarak başlamıştım şimdi daha iyi hikayeler yazdığımın farkına varıyorum. Uzun zamandır hikayeler yazdığım için buna bağlı olarak senaryo yazmak istiyorum, senaryolar yazıyorum. 17 yaşında yazdığım hikayelerden oluşan "Bu da mı Ofsayt?" adlı kitabım çıktı, kitap çok satmadı ama olsun. İnsanların beni yazar olarak bilmeleri bu yüzden.

Fenomen hesabım var ve daha önceleri büyük sayfalarım vardı. İnsanların bu yüzden fenomen olarak tanımaları da mümkün ama fenomen değilim. Fenomen olacak kadar geri zekalı değilim ama büyük takipçiye sahip hesabım var, evet. Çocukluktan beri hayalim olan kısa film çekmelere de başladım ama asıl isteğim sinema yapabilmek tüm amacım bu yüzden. Senarist, yönetmen ve oyuncu olarak da gösterilmem mümkün bu yüzden.

Editör, haberci, yazar, admin, kitap yazarı, yönetmen, oyuncu, senarist her ne olursa olsun aslında benle ilgili söylenecek tek bir şey var; "üretmek isteyen biriyim." Hepsi bu. Üretmek istiyorum, üretmek isteyen biriyim, bunun için çabalıyorum.

"ÇOK ŞEY YAPMAK İSTİYORUM VE YAPACAĞIM"

Bugüne kadar internet sitelerine yazdığım yazıları saymazsak eğer "Bu da mı Ofsayt?" kitabım ve "Sana Dair", "Aidiyet", "Vaveyla" olmak üzere çektiğim üç kısa filmimle bir şeyler üretmeye çalıştım. Aslında bakarsak ben bir tane kısa film çekebildim, o da Vaveyla'ydı. Diğer ikisi kısa film çekmeye çalıştığım kısa videolar oldu, onları saymıyorum.

Sana Dair aslında düşüncede güzel ama uygulamada kötü bir projem olarak kaldı. Yazdığım senaryoyu çekmedik aslında çünkü hiçbir şey bilmiyordum, cahil cesaretiyle kalkışmıştım ve bu amatörlük yüzünden senaryoyu değiştirmek zorunda kaldık. Ona rağmen hala amatörleri olan, kötü bir deneyim oldu. Her ne kadar korkunç derecede kötü bir film olsa bile ben çok severim. İlk göz ağrım ve o senaryoyu iyi bir yönetmene verseydik çok farklı şeyleri konuşacağımızı düşünüyorum. Aslında film şöyleydi; "Ölümcül bir hastalıktan kurtulan Arda, bu hastalıktan sonra içine kapanmış, derslerine olan ilgisini kaybetmiştir. Sessiz bir çocuk olan Arda, televizyonda Fenerbahçe basketbol formasını giyen bir basketbolcu kızın kanser olduğu haberini görür ve bu kız yolda gördüğü kızın ta kendisidir. İlk gördüğü zaman dikkatini çeken kızın kendisi gibi bir hastalık sahibi olduğunu öğrenen Arda, bir anda kendisini ona karşı yakın hisseder. Ona ulaşmaya çalışır, ona ulaşmak için her yolu dener. Merve Melike Karaca'ya ulaşan Arda ona aşık olduğunu söylese de Merve tanımadığı, görmediği birine aşık olmanın mümkün olmayacağını söyler." Uzun olarak baktığımız zaman durum buydu ama aslında çok basitti; "Hastalığı atlatıp içine kapanan bir erkeğin, kendisi gibi hastalıkla uğraşan güzel bir kıza yakınlık hissederek hayata tutunmaya çalışması."

Aidiyet ise düşünce güzel uygulama ise daha iyisi olabilirdi olarak kaldı. Bu kısa filmde bir yere ait olamamayı, aidiyet eksikliğini anlatmak istemiştim. Hem kendi getto mahallesi arasında hem de daha popülist, cadde çocuğu veya Starbucks'tan çıkmayan arkadaşları arasında sıkışıp kalan Berke'nin hikayesini görmüştük. Janset karakteri ise tıpkı arkadaş ortamındaki insanlar gibi herkes gibi olmaya çalışan, popülist, benim için en azından popülist orospunun tekiydi. Berke ait olmak istediği tek şey, tek insan olan Janset'e de ait olamayacağını anlayınca tüm bu şeylerden kurtulmak, kaçmak istedi. Kafasında olup bir türlü yapamadığı şey olan gitmeye karar verdi. Nereye gittiğinden daha çok, gitmeye karar vermiş olmasıydı önemli olan.. Ben bunu iyi gösterdiğimize inanıyorum, eksikleri olmuştur nihayetinde kafamdaki şeylerden uzak bir denemeydi. Yönetmenliği biraz daha iyi olabilseydi övgü dolu cümleler yazacaktım. Metinleri okuyup, bunu ben mi yazmışım diye düşündüğüm oluyor. Yalan yok ben bu karakteri yazarken Demirkubuz'un Yeraltı filminden değil kendimden etkilendim. Ben değilim ama tamamen bana yakın bir karakterdi, ben de onun gibi hissediyorum.

Vaveyla'ya gelirsek durumu çok farklıydı. Çünkü ilk iki kısa filmimdeki başrol arkadaşlarım Furkan ve Onur'dan ibaret olan bir şeyler yapmak istiyordum. Bu yüzden ne yapabiliriz diye çok düşündüm, Vaveyla kısa filmi böyle çıktı. Daha önce iki filmimde başrol olan arkadaşlarıma eşlik etmek istedim ve ettim. Sadece üçümüzün oynayacağı ve derdimizi anlatacak bir şey yapmak kolay olmadı ama bunu yaptık. İyi veya kötüydü bilmiyorum ama bunu yapabilmek bile benim mutlu olmamı sağlıyor. Vaveyla'da aslında basitti; üç tane birbirinden farklı insanın hayata olan çığlıklarını ele aldık. Benim oynadığım karakter sevdiği kız tarafından sevilmiyor ve sevdiği kıza "neden?" diye soruyor. Herkes gibi olmadığım için mi diyor? Çocuk haklı. Çünkü o biliyor, nasıl bir ortamın içinde olduğunu biliyor ve onlar gibi olmadığım için mi diyor. Topluma bir eleştiri var, herkes gibi olmaya çalışmak ve kendin gibi olmayan insanları öteki kılmakla alakalı. Onur'un oynadığı karakter ise aile başta olmak üzere toplumun istediği bir birey olmaya karar vermesi, topluma kendini ispat etmeye çalışması gibi nedenlerden dolayı hayallerini bırakıp sevmediği ama iyi para kazandığı bir işte çalışıyor olmasından şikayetçiydi. Topluma bir mesajı vardı. Furkan'ın oynadığı karakter ise şehrin gürültüsünden, insan kalabalığından, insanların bu yarışta gibi olan havalarından çok sıkılmıştı, derdi oydu. Derdi toplumdu, insanlardı. Her üçünün derdi toplumdu ve onu anlattık.

Üç kısa filme bakınca görebildiğim tek şey hep kendi derdimizi, söylemek istediklerimizi anlatmaya çalıştığım oldu. Onun dışında karakterlere baktığımız zaman kaybeden, topluma ayak uyduramamış, sorunlu karakterler. Neden bilmiyorum ama loser temasını seviyorum. Kaybetmenin, kazanmaktan daha ilgimi çektiğimi düşünüyorum. Benim hikayelerini anlatmak istediğim insanlar genellikle bu tip insanlar oluyor çünkü. Benim yapacak bir şeyim yok ama seviyorum, o karakterlerin ise sevilmeye ihtiyaçları yok, bu yüzden daha fazla seviyorum.

Onun dışında üreteceğim çok şey var ve çoğu hazır. Hazır olanları ise geliştiriyorum ve geliştirdikten sonra kullanacağım çünkü boş yere harcamak istemiyorum. Çok farklı şeyler yapmak istiyorum, daha iyi şeyler yapmak istiyorum. Tüm arkadaşlarımın dediği gibi kült şeyler yapacağım, tüm Dünya konuşacak gibi saçma sapan klişeler kullanmıyorum. Her zaman izlediğim zaman gülümseyip, en azından biz ve bizim gibi insanların derdini anlattığımı düşündüğüm şeyleri yapmak istiyorum. Amacım bu yönde olacak..

"ELİNDEKİ MALZEMEYİ İYİ KULLANIYORUM O YÜZDEN İYİYİM."

Kendimi geliştirmek istiyorum. Bu yüzden çok izleyip, çok okuyup, çok denemeler yapıyorum ve bu hep böyle olacak. Haddimi aşmak istemem ama senaryolarımı beğeniyorum. En azından özellikle yaşıtım olan insanların yazdığı senaryolara bakınca çok daha fazla beğeniyorum. Konuları daha özgün ve daha yaratıcı olarak belirlediğim takdirde tam olarak senaryoda kendimi başarılı görebilirim ancak yine de iyi olduğumu düşünüyorum.

Arkadaşlarımdan gördüğüm ve çeşitli insanlardan duyduğum kadarıyla insanlar yazdıktan sonra elindeki malzemeyi yazdığı şeylere göre ayarlıyor. Bende ise tam tersi bir durum var. Ben elimdeki malzemeye bakıyorum ve ona göre bir şeyler yazıyorum. Eğer elimdeki kadro 3-5-2'ye uygunsa onu, 4-4-2'ye yatkın bir kadrom varsa onu oynatıyorum. Yani eğer oynatabileceğim üç kişi varsa, üç kişilik bir hikaye yazıyorum. Eğer filmde kullanabileceğim tek şey gitar ve bir evse gitarın olduğu bir evde geçen bir hikaye yazıyorum. Bu hep böyle oldu ve en azından yapımcı bulana kadar bu hep böyle olmuş olacak. Ben malzemeyi iyi kullandığım için iyi bir senarist olduğumu düşünüyorum, iyi bir şeyler yapabilmek iyi malzemeler istemeyen bir senarist olmak beni daha iyi kılıyor.

Egoist olduğumu düşünmeniz normal ancak insanlar genellikle kendime daha çok güvenmem gerektiğini söylüyorlar. Bilemiyorum çok da umursamıyorum. Senaryoda iyi veya kötü belli bir standartta olduğumu düşünürken, yönetmenliği bilmiyorum. Yönetmenliğimi de en azından senaryodaki standart çizgime getirmeyi çok istiyorum, tüm çabam ve isteğim bu yüzden. Ancak şunu da söylemek istiyorum iyi bir oyuncu olduğunu göstermek isteyen herkes benimle çalışmak ister. Çünkü bir oyuncuyu farklı kılacak, ne kadar iyi olduğunu gösterebileceği metinler yazıyorum. Oyuncunun isteğine göre senaryolarda değişiklikler ve kolaylıklar da yapmam mümkün oluyor. Onun dışında da herhangi bir sınırım olmadığı için her şeyi deneyebilirim.

"KENDİME SANSÜR UYGULUYORUM ÇÜNKÜ MECBURUM"

Aslında düşündüğüm şeyler çok uçuk kaçık fikirler oluyor. Arkadaşlarımla konuşurken onlara anlattığım zaman heyecanlanıyorlar ve çekmek istiyorum. Ancak tüm bunlara rağmen sonraya ertelemek zorunda kalıyorum. Nedeni basit, yapamayacağımı biliyorum.

Örneğin kadın karakter yazamıyorum. Bunun nedeni oynayabilecek kadın karakter bulmakta zorlanıyor olmam. Benimle bir şeyler yapmak isteyen arkadaşlarım genellikle mahalle baskından çekiniyor. Kadının güzelliğinden, kadının vücudundan, kadının kendisinden tam olarak yararlanamıyorum. Hal böyle olunca yazdığım karaktere kendim sansür uygulayarak onun derine inmeden, bir karakterden çok bir tip olarak yazmak mecburiyetinde kalıyorum. Arkadaşlarım haklı olarak aile tepkisinden, komşulardan, insanlardan çekiniyorlar. Sansür uygulamama neden olmayacak kadınları bulduğum zaman işin boyutu değişiyor. Bu sefer de kadın bana inanmıyor veya bir şey kazandırmayacağını biliyor o yüzden olmuyor.

Bu ve bunun gibi şeyler çok zorluyor beni. Hep kendimi frenlememe ve sansür uygulamama neden oluyor. Onun dışında karaktere küfür yazarken bile düşünüyorum. Ancak o konuda sansür uygulamıyorum eğer hikaye ve karakter o argoyu, küfrü etmesi gerekiyorsa ne olursa olsun eder, o kadar. Sigara ve alkolün hikayeye doğrudan etki ettiğini düşünürsem onlar da olur, olmak zorunda çünkü. Siyasi görüşlerden kaçınmak durumdaydım ama şimdi bu konuda da sansür uygulamayacağım. İnandığım şeyleri eğer gerektiğini düşünürsem inceden sokuşturmak istiyorum.

"SENARİST TUNA > OYUNCU TUNA > YÖNETMEN TUNA"

En çok sorulardan soru ise sinemanın hangi dalında yürümek istediğim oldu. Xavier Dolan örneği verip, üçünü de yapmak istediğimi söyleyince Mahsun Kırmızıgül, Özcan Deniz örneklerinden oluşan cevabı alıp hayal kırıklığına uğradım. Ancak gerçekten hem yazıp, hem yönetip hem de eğer rolü yapabileceğimi düşünüyorsam oynamak istiyorum.

Fakat senaryo yazmanın kendime daha uygun olduğunu düşünüyorum. Yani diğerlerine baktığımız zaman bir nebze olsun daya iyi olduğumu ve zaten çok kötü olsam bile yapmak istediğim ilk şeyin senaryo olduğunu söyleyebilirim. Yazacağım, ömrümün sonuna dek yazacağım.

Bunun dışında oyunculuk ise çocukluk hayalim. Çocukluğumdan beri izlediğim filmlerin, dizilerin sahnelerini ezberleyip onları canlandırmak yaptığım şeylerin başında oldu. Hala zaman zaman çok beğendiğim bir sahneyi ezberleyerek, onu yaparım. Onun dışında oyunculuğun daha büyük bir şey olduğunu düşünüyorum. Başka biri olabilme fırsatı veriyor size, daha ne olsun.  Ben liseye kadar oyuncu olmak istediğimi söyleyip durdum, lisede ise bana kimse ne olmak istediğimi sormadı ben de sormadım. Utangaç ve insanlarla iletişim kurmakta zorlanan biri olarak oyunculuk bu anlamda da bana çok şey ifade ediyor. Öte yandan oyunculuk olarak kendimi geliştirmenin senaristlik ve yönetmenlik açısından daha fazla olduğunu düşünüyorum. Oyunculukta kendini geliştirmek ve yenilmek bitmez, bitmiyor çünkü.

Onun dışında yönetmenlik ise aslında yönetmen olmak aklımda yoktu hatta şimdi yeni yeni yönetmen olmak istiyorum. Çünkü yönetmenlik deli işi. Ben benim yazdığım şeyleri çekecek başka biri yok diye yönetmen olmak istedim, kendi yazdığım bir şey dışında bir şey yönetemem ama başkasının yöneteceği şeyleri yazabilirim. Bu anlamda yönetmenlik benim için yazarak oluşturduğum kendi dünyamı, yöneterek ortaya koymaktan oluşuyor. Bu yüzden evet yönetmen de olmak istiyorum, bu yüzden de çabam yeni yeni başladı.

Sıralamaya gelirsek önceliğim senaryo ama oyunculuk hep olacak yönetmenlik ise bu iki maddeyi yapabilmem için gerekli olan bir şey olarak görüyorum.

"BANA KÜFÜRLER EDİYORLAR ETSİNLER AMA.."

Ufak ufak bir kitlemin oluştuğunu görmek hoşuma gidiyor. Filmden Kareler'in kitlesi ne yazık ki çocuk veya ergen diyebileceğim bir kitle. Bu konuda Hakan Hepcan ile yarışıyorum. Ancak kendi hesabımda güzel beni mutlu eden bir kitle görüyorum. Çok mesaj, çok övgü ve çok güzel geri dönüşler alıyorum bu da beni çok mutlu ediyor. Bazen katlanamıyorum, vazgeçeyim diyorum sonra bir bakıyorum mailler gelmiş, DM'ler gelmiş çok mutlu oluyorum. Leyla ile Mecnun'un ekmeğini yediğimi söyleyenler var ancak kesinlikle bunu yapmıyorum. Ama evet o dizi hayatımın dizisi, her yaptığım işte küçük büyük göndermeler olacak çünkü o dizi benim gerçeğim. O gemi gelecek en azından..

Öte yandan bazıları bana küfür ediyor. Neden bilmiyorum ama bana küfür ediyorlar. Ben onlara ne yaptım? Hiçbir şey. Eğer beğenmiyorsan takip etme, blockla gitsin. Eğer sevmiyorsan sevmemeye devam et git ötede oyna. Televizyonda sevmediğin bir şey olunca kanalı değiştiriyorsun. Sosyal medyada da bunu yapsana neden söyleme gereği duyup, küfür ediyorsun? Hem ben fenomen değilim, siyasetçi değilim, sporcu değilim. İnsanları kırmam, kötü bir şey söylemem neden ben diye düşünüyorum ama cevap bulamıyorum.

Eskiden küfür edenlere küfürle cevap verirdim şimdi ise susuyorum. Küfür ediyorlar mı? Etsinler. Çünkü bir zamanlar ben de küfür ederdim öyle şimdi küfür edilen olmuşum demek ki. Bana küfür edenin profiline bakıyorum hakkında kısmına "yazar" yazmış ama bana küfür ediyor. Benim kitabım çıkmış, o ise kendisine yazar diyerek bana küfür ediyor. Sonra başka birine bakıyorum, kapak fotoğrafında oyuncular var. Hepsiyle tanışıyorum, konuşuyorum o ise kapak fotoğrafı yapmış. Haliyle onlar küfür etmesin de ne yapsın? Küfür ediyorlar etsinler ama bana küfür edeceklerine kendi hayatları için dua etseler ya, daha güzel olur.

"TÜRKİYE'DE ÇOK İYİ İSİMLER VAR, HAKLARI YENİYOR."

Türkiye'de sinemanın kötü olduğunu düşünmüyorum. Türkiye sinemasında çok iyi işler olduğunu düşünüyorum. Sadece çok fazla üretim oluyor ve artan üretim ne yazık ki kötü işlerin de artmasına neden oldu. Özellikle hem sinemada hem televizyonda ilgi ne kadar yoğunsa, kalite o kadar düşük gibi bir şey söylemek ne yazık ki mümkün. Bu ülkede vine çeken her insan sinemacı oldu. Harry Potter parodisi ülkede gördüğüm en kötü işlerden. Vine çeken abinin yaptığı ve ikincisini hazırladığı film rezalet ama iş tuttu seri olarak yaparlar. Her neyse ama bana göre Türk sinemasında iyi şeyler de oluyor, onları izlemek ve onları yakalamak daha önemli.

Oyunculuk olarak ise gerçekten çok iyi isimler var. Örnek vermem gerekirse; Nadir Sarıbacak, Sermet Yeşil, Cengiz Bozkurt, Ahmet Rıfat Şungar, Tansu Biçer, Esme Madra, Ece Dizdar, Açelya Devrim Yılhan gibi isimler var. Popülist olarak baktığımız zaman Kıvanç Tatlıtuğ'u ayrı tutarım istese yakışıklı bir oyuncu olabilirdi ama o hem yakışıklı hem çok iyi bir oyuncu olmayı tercih etti. Mert Fırat bu ülkede sanatına en çok hayran olduğum iki insandan biri ve çok ama çok iyi bir oyuncu.  İlker Kaleli de anti kahraman rollerine çok iyi gideceğini düşünüyorum, çok iyi bir oyuncu. Ali Atay, Serkan Keskin, Ertan Saban, Erdal Beşikçioğlu üstad gibi isimler var. Kadınlarda ise Farah Zeynep Abdullah'ı ayrı tutuyorum popülist biri olsa da oynadığı tüm filmleri tek başına sırtladı. Demet Evgar, Canan Ergüder, Saadet Işıl Aksoy, Türkü Turan, Sezin Akbaşoğulları, Şafak Pekdemir, Alina Boz gibi isimler var. Bu isimlerin ardına çok isim yazılır ve unuttuklarım da vardır ama aklıma gelen isimler bunlar. Hem bu isimlerle bir şeyler yapmayı çok istiyorum. Bu burada kalsın belki ileride bu isimlerle bir şeyler yaparım ve o zaman hayalimi gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşarım. Ancak şunu söyleyebilirim ki bu isimlerden çoğuyla tanıştım umarım birlikte bir şeyler yapabilme şansına da sahip olabilirim.

Onun dışında çok iyi yönetmenler var. Bu isimlerin hepsini saymayacağım ama Demirkubuz'u daha çok sevmekle birlikte Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Onur Ünlü üçlüsünü çok severim. Ali Atay abinin yönetmen olması beni heyecanlandırdı. İlksen Başarır'ın yanı sıra kadın yönetmenlerinin artması çok iyi bir şey sinemamız adına, beni çok heyecanlandırıyor.

SON OLARAK İSE.. 

- Filmlerimin müzikleri genellikle beğeniliyor yani en çok övgü aldığım şey film için seçtiğim müzikler oldu. Bunun için çaba harcıyorum. Karaktere, hikayeye yakışacak bir şarkıyı arıyorum ve en önemli unsur kullanacağımız şarkının çok bilindik veya popüler bir şarkı olmaması.

- Ben fenomen değilim ve fenomen olarak bir şeyler yapmıyorum. Fenomenler belli bir takipçi sayısına ulaştıkları için bir şeyler yapmaya başladı. Ben ise bir şeyler yaptıktan sonra belli bir takipçiye ulaştım fark bu.

- İnsanlar bana yazdıklarını yollayarak, yorumlamamı istiyor ancak ben otorite veya bilgi sahibi biri değilim. Yazın, daha çok yazın, daha çok üretin. İzleyin ve okuyun. Ben öyle yaptım, siz de öyle yapın.

- Denemek istediğim, yapmak istediğim ve üreteceğim çok şey var. Bunları zamanla yapacağım, sizden tek isteğim bana zaman vermeniz. Bu zamanı verirseniz gerçekten neler yapacağımı tam olarak göreceksiniz.

- Bana gelen övgü veya eleştirilerin hepsini okuyup notlarımı alıyorum ama kendimi en iyi kendim biliyorum. Potansiyelimi, neler yapabileceğimi ve bu yüzden çok rahatım.

- Herkes bana "sen daha fazla tanınmayı, para kazanmayı hak ediyorsun" diyorlar ancak inanın umurumda değil. Ben ünlü olunca, çok para kazanınca değil yapmak istediklerimi en iyi şekilde yapınca mutlu olacağım.





Şimdilik bu kadar, eklemek istediklerim olursa eklerim. Eğer bu yazının sonuna kadar okuduysan, çok teşekkür ederim. Vaktini ayırman beni çok mutlu etti, umarım kendimi anlatabilmişimdir. Sonuna kadar okuyan herkesin yorumlarını özelden bekliyorum.. Var olun!:)

Ne Yapacağını Bilmeyen Tuna ve Onun Yolu

Alarm sesi olmadan uyanmanın verdiği mutlulukla öğlene doğru uyanmıştım. Alarm kurmama, daha erken bir saatte uyanmama gerek yoktu çünkü artık işsiz bir insandım. Uzun bir süredir editörlük yaptığım siteden kovulmuştum. Aslında kovulmamıştım site kapanmıştı ve site kapandığı için artık çalışamayacaktım. Televizyonu açtım, kanalları gezdim. Kanalları gezerken televizyona neden "aptal kutusu" dendiğini bir kez daha anladım. Televizyonun gündüz kuşağı, akşam yayınlanan dizilerden daha kötü durumdaymış onu fark ettim.

Balkona geçtim, dışarıya baktım. Artık bir işim yoktu, peki şimdi ne yapacaktım? Neredeyse hemen hemen her spor sitesinde, Galatasaray sayfasında ve hatta Beşiktaş radyosunda bile çalışmıştım. Bundan sonrası ne olacaktı? Düşündüm, cevap veremedim. Ne yapacağımı bilmiyordum ve ne yapacağımı düşünmek beni endişelendiriyordu. Yapabildiğim hiçbir şey yoktu. Her ay düzenli olarak okuduğum dergilere mailler attım, hiçbiri geri dönmedi. Ot dergisinde bir kere olacak gibi oldu ama o da olmadı. Yazmak dışında hiçbir şey yapamıyordum ve daha kötüsü yazmayı da becerebildiğim söylenemezdi. Kola koydum kendime ve düşünmeye başladım. Babamın şirketinde çalışsam beceremezdim, ticari zekam hiç yoktur. Ailenin birkaç üyesi gibi inşaat işinde çalışayım desem ne çizimim iyidir ne de güçlü biriyim o kadar şey taşıyabileyim. Tamircilik desem 20 yaşıma gelmiş olmama rağmen hala araç gereçlerin adını bilmiyorum ve çekiç tutmak bana göre değil. Hele elim kalem tutmaya alışmışken, çekiç tutabileceğimi pek sanmıyorum.


Yapacağım şeyle ilgili hiçbir fikrim yoktu ve benim yaptığım tek şey biten bardağıma kola koymak oldu. Henüz kahvaltı etmemiştim ama kola içiyordum. Doktor kola içmemi yasaklamıştı en azından bu kadar çok içmemem gerektiğini yoksa 30 yaşıma geldiğim zaman daha fazla acı çekmeden ölmek isteyebileceğimi söylemişti. 30 yaşıma henüz gelmemiştim ama yaşamak istediğim de pek söylenemezdi. Kolamdan bir yudum aldım. Bugünlerde hayata sadece kola ve Galatasaray ile tutunuyorum. Küçükken Galatasaray kaybettiği zaman ağlardım şimdi ise daha çok sinirleniyorum ve üzülüyorum. Üzülüyorum ama ağlamıyorum, sinirden ağlamak üzere olduğum anlar oluyor. Galatasaray forması giyen Sinan Gümüş aklıma geliyor onun için de üzülüyorum. Potansiyeli çok yüksek, çok iyi bir futbolcu olacak gibi duruyor. Ancak forma şansı bulamıyor ve onun için üzülüyorum. Bilemiyorum belki de kendimi Sinan Gümüş'e benzetiyorum. Sinan gibi bir potansiyelim var ancak hayat Hamza Hamzaoğlu olup, bana forma şansı vermeyecek diye korkuyorum.

Biraz daha dışarıya baktıktan sonra kahvaltı yapmaya karar verdim. Kahvaltıyla aram çok fazla olmadığı için hemencecik kahvaltımı yapıp, dışarıya çıktım. Nereye gideceğime dair en ufak bir fikrim yoktu, yürüdüm. Attığım adımların beni nereye götüreceğini pek umursamadan yürüyordum. Tüm insanlara baktım, hepsinin bir amacı vardı. Yüzlerindeki o ifade, adımlarının hızlılığı ve sürekli bakmak zorunda oldukları kollarındaki saatleriyle bir amaçlarının olduğu belliydi. Benim ise tek amacım insanların arasından sessizce çekip gidebilmekti. Tıpkı bu Dünya'dan da olacağı gibi bu sokaklardan, bu caddelerden, bu insanların yanından sessizce siktir olup gidecektim. Ellerim cebimde yürüdüm, tüm caddeyi gezdim, kalabalığın arasına karıştım. En iyi yaptığım şeyi yaparak, etrafımdaki kalabalığa kendimi unutturdum. Hiçbiri beni fark etmedi, sessizce çekip gittim yanlarından. Bir süre daha dolandıktan sonra eve gitmeye karar verdim. Evde kaldığım zaman evin duvarları üzerime üzerime geliyordu, dışarıya çıktığım zaman tüm bu insanlar sanki üzerime üzerime geliyordu. Evden kaçayım diye dışarıya çıkan ben, tekrar eve dönmeye karar verdim.

Eve döndüm, kitaplarıma baktım. Dostoyevski'yi çok seviyordum, onu okumanın hayatımda yaptığım en doğru iş olduğunu düşünürüm. Hayatımın kitabı olan Aylak Adam'a şöyle bir baktım ve tebessüm ettim. Yabancı, Yolda, Erken Kaybedenler, Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar hatta Küçük Prens bile. Tüm kitaplarım birlik olup bana baktılar, onlarla göz göze geldim. Öyle baktık ki birbirimize, bu hayatta birbirimiz dışında hiçbir şeyimizin olmadığını anladık. Kitap okumayı seviyordum, film izlemeyi de öyle. Kitaplar siz istemediğiniz sürece sizi asla bırakmaz hatta bazılarını siz isteseniz bile bırakamazsınız.

Kitaplara baktıktan sonra kararımı verdim. Yazacaktım. Ne yazacağıma karar veremedim. Futbol yazmak istemiyordum, futbolu seviyordum ancak futbol yazmak artık beni mutlu etmiyordu. Siyaset yazayım desem siyaset bilmediğim için ne yazacağımı bilemezdim, Barış Atay olmaya gerek yok. Yapabileceğim en iyi şeyi ve yapmak istediğim asıl şeye tekrar karar verdim. Dertlerimi anlatacaktım, bunun için yazacaktım. Hayatımda, bu Dünya'da, ülkemizde o kadar çok şey oluyordu ki tüm bunlar beni daha fazla yazmaya itiyordu. İnsanlarla ve toplumla her zaman bir uyum sorunu yaşayan ben için en iyi şey yazmaktı, yazmadan edemiyordum, yazmadan edemeyecektim. Peki bu kadar yazmak istiyorken, beni sorgulatan şeyler neydi? Yazarak para kazanamadığım için mi? Belki bu olabilirdi ama ben zaten bunu biliyordum. Yazılarım çok okunmadığı için miydi? Hayır bu olamazdı. Çünkü çok okunması benim için bir şey ifade etmiyordu. Eğer öyle bir şey isteseydim; "Elif Gibi Sevilmek" , "Sabah Ereksiyonum", "Allah de Gerisini Ticarete Bırak" veya bu tarz şeyler yazardım. Ancak niyetim Pucca, Arda Erel veya Kahraman Tazeoğlu olmak değildi. Yazarlığımı sorguluyordum. Daha doğrusu yazar olup olamadığımı. Etrafımdaki herkes benim yazdığım şeylerin iyi olduğunu söylüyordu. Ben bundan emin değildim. Okuduğum çoğu insandan daha iyi yazdığımı düşünüyordum ama asla kafamdaki bir yazıyı yazdığımı hatırlayamıyorum. Çok okuyup, çok yazıyordum ama her seferinde daha çok okuyup, daha çok yazmam gerektiği fikrini benimsiyordum.



Açtım bilgisayarı, bir şeyler yazmaya karar verdim. İçimdeki sıkıntı, kafamdaki düşünceler başka türlü geçmeyecekti. Bundan sonra yazacaktım ve ben yazarken aynı zamanda bundan para kazanabilirsem dünyanın en şanslı insanı olarak görecektim kendimi. Blog sayfamı açtım, artık daha güncel tutmaya karar vermiştim ve yazılarımı artık oraya yazacaktım. Kimseyle de paylaşmayacaktım gerekirse ama hep yazacaktım kendi blog adresimde, buna karar vermiştim. Ne yazacaktım? Beni terk edip giden Gülbahar'a mı yazsaydım? Ancak onunla sadece sevişmeyi seviyordum, ona bir şeyler yazmam gereksizdi. İrem'e bir yazı daha mı yazsam diye düşündüm ama sonra vazgeçtim. İrem için çok şey yazmıştım, söyleyeceğim her şeyi söylemiştim zaten o yüzden yazılacak hiçbir şey kalmamıştı. Hem bekleyeceksem sessiz sedasız gerekirse her gün deniz kıyısına gidip denize el sallayarak beklemem gerektiğine karar verdim. Tanrı'ya mektup tadında bir şey yazmayı düşündüm daha sonra muhafazakar bir aileye sahip olduğum aklıma geldi ve vazgeçtim. Zaten inançlı bir insanım, bu tip şeylere pek bulaşmak istemiyorum. Galatasaray için bir şeyler yazacaktım ama sonra onun hakkında da bir şey yazmadım. Çünkü ben Galatasaray ile ilgili yazınca çok küfür ediyorlar. Taraftarlar sanırım poh pohlanmak istiyor ve ben de takımımı uzaktan sevmek istiyorum. Uzaktan sevmek, sevmelerin en gerçeği. Hayatımda çok şey sevdiğim söylenemez ama sevdiğim her şeyi Galatasaray gibi sevmek istiyorum. Karşılıksız, yalansız, dolansız, hiçbir şey beklemeden. Güzel günler görmek isterken, kötü günlere de onunla birlikte razı olmayı istiyorum.

Kendimle ilgili yazmaya karar verdim. Her yazdığım yazı kendimden bir şeyler taşıyordu ama asla ben değildim. Bu sefer ise ilk defa yazdığım bir yazıda tamamen kendim olayım dedim. Yalnız, sevmeye çalışan ancak sevildiğini düşünemeyen, ne yapacağı hakkında hiçbir fikri olmayan kendim hakkında yazmak istedim. Yazının nasıl biteceğini bile düşündüm.

"Ulan Tuna" dedim kendi kendime; "Yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. Yol belli eğ başını usul usul yürü şimdi."

Yol belliydi, yazacaktım ve yapabilirsem sinema yapacaktım. Bu yolda yürüyecektim ve yazıyı da böyle bitirmeye karar vermiştim.

Ofsattan Goller 1 / 2

1- 

Bugünlerde hiçbir şey yapmak istemiyorum. Bomboş gezmek istiyorum. Benim anlamlı bir şeyler söylememi bekleyen herkese anlamsız cümleler kurmak istiyorum. Sonunda ne olacağını umursamadan canımın istediği ilk şeyi yapmak istiyorum. Düşünmemek istiyorum, hatırlamamak istiyorum. Sonra aklıma geliyor işte, hatırlıyorum. Ben İrem'i seviyorum, İrem beni sevmiyor. Ben İrem'i seviyorum ama İrem'in sevgilisi var. Ben İrem'i seviyorum ama İrem'in sevgilisi duymasın bana çok kızar. Söyledim ya ben unutmak istiyorum, o kadar..

2- 

Ben sana orospu demedim ki orospu gibi davranıyorsun dedim. Orospu gibi davranmak ayrı, orospu olmak ayrı. Benim sana orospu demem seni orospu kılmaz ki, benim gözümde seni orospu kılabilir ama seni orospu kılmaz. Hem orospu değilsen, neden orospu gibi davranıyorsun? Ay neyse bana ne ayol.

3- 

Canım sıkıldı, eski fotoğraflara baktım. Ne kadar da değiştiğimi fark ettim, arkadaşlarım değişmediğimi söylüyor ama çok değişmişim. Arkadaşlarım da çok değişmiş. Bizim evin önünde bir fotoğraf çektirmişiz ama bizim evin önü de değişmiş. Top oynadığımız yerde fotoğraf çekilmişiz, orası artık bir sitenin otoparkı, orası da değişmiş. Zaman geçiyor ve her şey değişiyor. Eski fotoğraflara bakınca anladım, dost diye bildiklerim aslında dost değilmiş..

4- 

Bizim mahallenin en yüksek binasının çatısına çıktım ve "biriniz de beni sevsin lan" diye bağırdım. Kimse duymadı. Bir kedi olsaydım veya onlar gibi 9 canım olsaydı oradan atlardım. Tıpkı bir kedi gibi atladıktan sonra dört ayağımın üzerine düşeceğimi bilseydim yine atlardım. Ama ben sadece bir insandım ve atlayamadım. Ben o çatıdan aşağıya korka korka baktım, korktum ama atlayamadım. Ben oradan atlayamadım ve beni de kimse sevmedi ama olsun.

5-

Sokağını düşün. Sonra caddeni. Daha sonra mahallene şöyle bir bak. Yaşadığın şehri düşün. Daha sonra ülken aklına gelsin. Daha sonra da Dünya'yı düşün. Dünya'dan sonra uzayı düşün, uzayın ardından da evreni.. Sonra bir de beni düşün.. O bümbüyük evrenin, en küçük ve en yalnız varlığını..

6-

Dışarıda ne kadar çok güzel kadınlar var. Çok güzel kadınlar, çok güzel gülen kadınlar, çok güzel götlü kadınlar, çok güzel giyinen kadınlar, çok güzel fiziğe sahip kadınlar, çok güzel gözleri olan kadınlar, çok güzel bakan kadınlar.. Bir de ben ve benim gibi adamlar var. O tüm güzel kadınların yanından sessizce çekip giden..

7-

Kendime hem iyi hem kötü haberim var. İyi haber; İrem sevgilisinden ayrıldı. Kötü haber; İrem sevgilisinden ayrıldığına göre artık beni neden sevmediğine dair kendimi kandırabileceğim bir nedenim artık yok..

8-

İşten kovuldum. Kovulduktan sonra kitaplar okudum, kahve içtim, filmler izledim ve şarkılar dinledim. Yine kötü bir kısa film çektim ve bundan sonra kısa film yapmaktan vazgeçtim. Yaşamaya karar verdim. Hayallerinden ve istediği hayattan vazgeçip sadece bir sonraki boktan günü görmek için gerekli olan şeyleri yapmaya..

9-

Etrafımdaki herkesin birden fazla yüzü olduğunu düşünüyorum. Sonra kendimi düşünüyorum. Bir ben varım, odamın kapısını kapattığı zaman ortaya çıkı baş başa kaldığım kendim. Onun duvarları var ve ona hayatımdaki ender kişiler ulaşabiliyor, diğerleri o duvardan sekip geri dönüyor. Bir de bir başka ben var, onu hatırlıyorum. Arkadaşlarımın, insanların yanındaki kendimi düşünüyorum. Ne kadar da uzağız birbirimize, "hangisi benim?" diye soruyorum ama cevap veremiyorum. Bir maske takmışım gibi geliyor. Sonra düşünüyorum.. En azından benim iki yüzüm var diyerek rahatlıyorum, ne yapayım..

10-

- Alo, o gemi ile mi görüşüyorum acaba? Bak, ben seni bekliyorsam geleceğin için değil. Gelmeni düşünmenin beni hayatta tutan şey olmasından. Heh olur da gelmeyeceksen en azından söyleme, en azından o geminin geleceğine dair olan umudum hep benimle kalsın. Hem elimde umuttan başka neyim var ki? Kaldı ki bana sorarsan o gemi gelecek.. Liman varsa, geminin gelme ihtimali hep vardır, bunu da unutma.. Hadi öptüm, çok da geç kalma sakın..

Ferhat, İrem ve Uykum

Çalmakta olan ve çalmakta ısrarlı olan telefonumun sesiyle kendime geldim. Gözlerimi yavaş yavaş açtıktan sonra kimin aradığından daha çok, telefonun saatine bakarak saatin kaç olduğuyla ilgilendim. Saat 03.30'du ve bu saatte kimin niçin aradığını merak ediyordum. Tüm gece bu hafta oynanan tüm maçları bir kez daha izledim, haftanın genel değerlendirmesini yaptım ve çok yoruldum. Eğer bilgisayar başında çalışıyorsanız, vücudunuz yerine beyninizi kullanarak çalışıyorsanız ve tüm bunlara rağmen yorulduğunuzu söylüyorsanız pek inandırıcı gelmiyor olabilir ancak kesinlikle bugün çok yorulmuştum. Sigortalı bir işim var ve insanlar beni beyaz yakalı olarak adlandırıyor ancak ben ise kendime modern köle diyorum. Sonunda telefona baktım arayan Ferhat'tı. Ferhat beni gecenin 03.30'unda arıyordu. Telefonunu açmamaya karar verdim. Bu saatte aradığına göre önemli olabilirdi hatta belki de korkunç bir şeydi. Birini öldürmüş ve benden yardım istiyor olabilirdi. Biri tarafından öldürülesiye dövülmüş ve benden yardım istiyor olabilirdi. Belki yalnızlık canına tak etmişti ve goy goy yapacak birini arıyordu bu kişi de bendim. Ama tüm bunları düşünürken, Ferhat'ın halı saha maçı için beni aradığını düşündüm ve o yüzden uyumak daha doğru geldi.

Telefon çaldı, çaldı, çalmaya devam etti. Bir an sustu, gözlerimi kapattım ve uyumaya hareketlendim. Tam telefon sustuğu zaman bu sefer kurduğum hayaller, kafamın içinde dolaşıp duran düşünceler ve hatırlayıp pişman olduğum geçmişim uyutmadı beni. Uyumam gerektiğini anladığım an, telefonum yine çaldı. Bu sefer mesaj. Bakmamaya karar verdim sonra dayanamadım, aldım telefonu elime gözlerimi hafif hafif kaldırıp mesajı okudum.

"Kardeşim benden bu kadar, Dünya dönmeye devam edecek ama en azından benim için değil veya Dünya dönecek ama ben artık yokum, bu kadar.. Kitaplarım sana emanet, altını çizdiğim cümleleri lütfen dikkatli oku. Film koleksiyonumu Tuna'ya bırakıyorum, izlesin ve görsün film nasıl yapılır. Yazdığım tüm notlarımı, basılan ancak çok satmayan kitabımı ve basılmasa da benim yazdığım kitabı ise ne olur yakın..  Kardeşim beni unutma demiyorum ama eğer olur da aklına gelirsem beni güzel hatırla.."

Ferhat'ın neden intihar notunu SMS yoluyla attığını bilmiyorum, ben olsaydım mektup yazardım. Ben olsaydım mektubum sayfalarca olurdu, herkese bir şeyler demek isterdim ve çok uzun olduğu için kimse okumazdı. Ancak tüm bunları o an için düşünmedim, aklımdan bile geçmedi. Çok korktum, Ferhat'ın intihar etmesinden, kendisine bir şey yapmasından çok korktum. O telefonu açmamam, hayatım boyunca hep aklıma gelecek ve kendimi suçlayıp duracaktım. Biraz önce bakmaya korktuğum telefona odaklandım, gözlerimi açtım hemen ve Ferhat'ı aradım. Ferhat'ın hala hayatta olmasını ve telefonumu açmasını istedim. Ferhat yaşamalıydı, benim hayatımın sonuna kadar pişmanlık duyacağım bir şey olduğu için değil, yakın arkadaşı olduğum için değil, Ferhat'ın yaşamasını düşündüğüm için açmasını istedim. Ferhat değil Ahmet olsaydı, Seren olsaydı, Mehmet olsaydı, Janset olsaydı yine de isterdim. Ancak Tuna olsaydı ister miydim? Bilemiyorum..

Ferhat telefonu açtı. "Kardeşim nerdesin, çabuk söyle. Lan sakın bak, aman oğlum sakın bir şey yapayım deme." dedim telefonu açar açmaz, ilk söylediklerim bu oldu. Sustu. Hemen tekrar girdim devreye "Neredesin? Geliyorum hemen, ne olur bak sakın bir şey yapma lütfen.." Bu sefer cümleyi tam bitirmeden, o girdi cümleye; "Her şeyin başladığı yerdeyim. Henza Akın Çolakoğlu lisesinin önündeyim, Kalafat parkında Duygu'nun ağzına verdiğim merdivenlerin oraya gel." dedi. "Tamam geliyorum sakın bir yere ayrılma" dedim, tam telefonu kapatıp hızlıca koşturmaya başlayacaktım ki Ferhat atladı "Lan gelirken Bomonti al, filtresiz 50 cl biliyorsun.." dedi, alacağımı söyleyip kapattım telefonu.

Artık yaşamak istemediğini söyleyen, intihar edecek biri neden bomonti ister? Eğer ben de böyle bir karar almış olsaydım kesinlikle ölmeden önce içmiş olduğum son şeyin bomonti olmasını isterdim sanırım. Onun da böyle düşünmüş olacağını düşünerek, hızlı hızlı adımlar attığım şehrin karanlık sokaklarında açık tekel aradım. Açık tekel çoktu ancak gecenin bu saatinde bana istediğim biraları verecek bir tekel bulamadım. Kime durumu anlattıysam, arkadaşımın intihar etmek üzere olduğunu ve onun yanına gideceğimi, yanına giderken de bira istediğini söylesem kimse buna inanmıyordu. Tekelin birinde adam bana senarist olmam gerektiğini söyleyip güldü ve dükkandaki bir müşteriye "şimdiki gençler de her şeye bir mazeret buluyor yahu" dedi. "Bey amcacım, bu mazeret falan değil. Dürüst olamayanların ve aptalların mazereti olur, benim mazeretim yok nedenim var. Ayrıca ben yazmayı denedim ancak yazılarım beğenilmedi" tarzı şeyler söylemek istedim ama hiçbir şey demeden geçip gittim. Sonunda bir tekel buldum, biralara doğru gittim ve 6 bomontiyi kaptım cebimdeki tüm parayı verdim. Tam dükkandan çıkarken adam seslendi, "biraları sarayım ve sen de iyi sakla başım belaya girmesin" dedi, teşekkür ettim ve dükkandan çıktım. Yasaklar, bazı insanları birleştiriyor. Sevgili insanlar, birleşin.

Geldim okulun önüne, geçtim karşı kaldırımın parkına ve karanlıkta görmeyen gözlerimle Ferhat'ı aradım. Baktım parkın arka girişindeki merdivenlerin orada oturuyor, önünde 4-5 boş bomonti yıldızlara bakıyor. Gökyüzü iyidir, göğe bakmak falan güzel şeyler deneyin. Birleşin dediğim halde birleşemeyen insanlar en azından gökyüzünü sevin, bulutları falan sevin oğlum işte. Elimdeki sarılı bira poşetleriyle geçtim yanına, otururken dokundum bacağına, gözlerini bana doğru çevirdi ve benden daha çok elimdeki biralarla ilgilendi. Aklıma sadece götü güzel diye ilgi gösterdiğim Merve geldi. Ben Merve isem, elimdeki biralar Merve'nin götüydü. Sırf biralar için Ferhat'ın bana katlanacağını düşündüm o an ve bir birayı kapıp merdivenin uç kısmına getirdikten sonra sert bir vuruşla bira kapağını açmayı başardım. Sustum, Ferhat da sustu. Sessizce oturduk. Sessizce bu dünya üzerindeki en sevdiğim dil. Ancak bu kadar sessizlik, rahatsız veren bir sessizlikti. Takımı yenik durumdayken, daha fazla sorumluluk alması gerektiğinin farkına varan takım kaptanı edasıyla girdim cümleye;

"Ne oldu kardeşim? Ne intiharı? Nereden çıktı şimdi bu?"

"Emre sence ben korkak bir adam mıyım?"

"Hayır oğlum değilsin. Hatırlasana bir kere okulda duvarı deldik, "kim deldi bu duvarı?" diye sorduğunda hoca, "ben deldim hocam" dedin. Korkmadan, gittin Murat hocanın yanına. Biz hepimiz korkuyorduk mesela sen farkında değildin."

"Oğlum ben bu boş şeyleri demiyorum. Ben diyorum ki korkak bir adam mıyım? Sevmediğim bir işte çalışıyorum. Niye para için mi? Sigortam olsun diye mi? Taksitle bir şeyler alıp, o taksiti ödemek için çalışmak zorunda kalayım diye mi çalışıyorum? Ben gezmek istiyorum, dolaşmak, şiirler okumak, filmler izlemek, denize bakmak istiyorum. Ama hangisini yapıyorum? Hiç. Ölmek istedim, ölecektim ama beceremedim. Kendimi öldüremedim. Korkak bir adam mıyım lan ben!?"

Ferhat haklıydı. Hangimiz korkak değiliz ki? Hepimiz korkağız, korkmamız isteniyor, korkalım istiyorlar, toplum bizi korkak kılıyor. Söylemek istediklerimizi söyleyemiyoruz çoğu zaman. Patron kovmasın diye, öğretmen dersten bırakmasın diye, işveren işe alsın diye söylemek istediklerimizi söyleyemiyoruz. Biz korkuyoruz, birilerinin rahatı bozulmasın diye, bu düzeni bozmayıp bu düzen böyle gerektirdiği için korkuyoruz. İnsanların koyduğu kurallardan, insanların koymadığı ama insanların kendine göre yorumladığı kurallardan korkmamız isteniyor. Konservatuar hayalim vardı küçükken ancak vazgeçmiştim. O dönemde bir metin ezberlemiştim ve şey diyordu; "Bilinç böyle korkak ediyor bizi" kesinlikle öyleydi. Ferhat kendini öldürebilirdi bu oldukça mümkündü ancak yapmadı. Artık dayanamayacak noktaya geldiğini düşündü ama yapmadı. Çünkü kendini öldükten sonra ne olacağı konusundaki soru işaretleri, onun intiharından daha fazla onu öldüren bir şeydi. Yapmadı, yapamadı. Bu onu korkak yapar mı? Bilmiyorum. Ben korkak mıyım? Evet. Ben korkağım çünkü en basitinden bir maça gitmiştim. Maçta görevli bir polis, taraftarlardan birine çok kaba konuşmuş, taraftar ona kendisiyle böyle konuşamayacağını söyleyince itiş kakış başlamıştı. Bunu gören topluluk da her topluluk gibi polise doğru yüklendi ve işte kaos bebeğim. Televizyona çıkmıştı bu olay ve bizden futbol teröristleri diye bahsedilmişti. Halbuki futbol teröristi değildik bunu biliyordum. O gün futbol teröristi olarak ilan edilen ben bugün bu tip olaylarda futbol teröristleri demesem bile ona yakın cümleler kuruyorum. Ben de korkağım bu yüzden. Belki bana futbol teröristleri diyen güzel kız da bu durumun böyle olmadığını biliyordu ama o da korkaktı, bilemiyorum. Sanırım gazetelerde ve magazinlerde gördüğümüz en iyi şey ucuz ponografi içeren fotoğraflar ve fotoğraflar galerileri. En azından niyet ve amaçları belli.

Korkak olmadığını söyledim, yine sustuk. Yeni bira açtı o, ben ise biralar ona kalsın diye yavaş yavaş içiyordum. Zaten birayı çok çabuk içmeyi sevmem, bira içerken erken boşalmayı, erken bitirmeyi istemiyorum.

"Ne oldu Ferhat?" dedim. "Neden böyle bir şey yaptın veya düşündün?"
"Aşık oldum Emre" dedi.
"Kime aşık oldun?"
"İrem'e aşık oldum. İrem'i seviyorum Ferhat."
"Ne var bunda aşık olman normal, sen ilk defa aşık olduğunu demiyorsun ki."

"Bu sefer farklı Ferhat" 
dedi, birayı bıraktı ve bana odaklanıp; "Çok seviyorum ulan." dedi.


Sazı eline aldı adlı deyimi kullanmak için en doğru zaman şu zamandı çünkü Ferhat, uzun bir cümlenin geleceğini belli eden doğrulma hareketini yaptı, gözlerini bana dikti;

"Bu sefer çok farklı. İrem çok güzel, Çok güzel gülüyor, öyle güzel gülüyor ki gülünce mutlu oluyorum. Çocukken Tom ve Jerry düşman değil dost olunca bu kadar mutlu oluyordum, o gülünce aynı öyle mutlu oluyorum. Babam 6. sınıfta ortasında istediğim bilgisayar oyununu yüklemişti bilgisayara o zaman da çok mutlu olmuştum, iki hafta hiçbir şey yapmadan hep o oyunu oynadım. Tıpkı onun gibi mutlu oluyorum. O gülünce sanki annem en sevdiğim yemeyi yapmış ve onu yiyormuşum gibi lan. Böyle hep gülsün, hep bakayım, onun güldüğü zamanları göremediğim zaman benim ömrümden geçmesin, onun gülüşünü izlemediğim her saniye ömrümün sonunda uzatma dakikası olarak dördüncü hakemin tabelasında gösterilsin lan.

Bak tamam çoğu kıza aşık olduğumu söylerim çünkü çok güzel kızlar var dışarıda ama bu sefer farklı. Hani hepimizin bir profili var ya, götü güzel olsun, göğsü şöyle olsun, bacağı böyle olsun. İrem'de öyle bir şey yok ama yani profilim falan umurumda değil. Çok güzel gülüyor, çok tatlı, çok güzel. Daha da önemlisi aynı şeyleri düşünüyoruz, aynı şeyleri seviyoruz, aynı şeyleri izleyip, aynı şeyleri dinliyoruz. Hayalimdeki kadın veya hayallerimde yer alacak kadın gibi geliyor bana bilemiyorum. Öyle bir gülüşü ki var ki, her güldüğünde bir kez daha aşık oluyorum ve her seferinde daha büyük bir şekilde."

Ferhat'ın İrem'i anlatması daha fazla uzun sürdü ancak tekrarlamaya başlayınca ve cümlelerindeki anlam, hissettiği sevginin yoğunluğuna ters orantı yapıp düştüğü için dinlemeyi bir yerden sonra bıraktım. Es verdiğini düşündüğün anda ise hemen söze girip, erken davrandım.

"Ee sorun ne peki kardeşim?"
"Sorun şu ki kardeşim; İrem'in sevgilisi var."
"Ne var bunda? Güzel kızların hep bir sevgilisi olur ve asla sen bunlar arasında olmazsın."
"Ne var biliyor musun? Ben kötü bir adam mıyım sence?"
"Hayır değilsin Ferhat. Biraz tuhafsın ve dayanılması zor bir adamsın ama bu kadar sanırım."
"Peki benim ikisinin ayrılmasını istemem beni kötü adam yapar mı? Çok yakışıyorlar, çok mutlular, çok güzeller ama ayrılmasını istiyorum tüm bunlara rağmen. Ayrılsın ve gelsin kollarıma, terlikleriyle.. Sonra Dünya ne tarafa dönerse dönsün, o kollarımda olsun istersen dönmeyi bırakma kararı alsın Dünya, ne fark eder?"
"Kötü adam değilsin kardeşim, seviyorsun o kadar."

Sustu ve ben ise ona bu durumda her aşık gibi yapması gereken tek şeyin beklemek olduğunu söyledim. Beklemek, gerekirse bir deniz kıyısına gidip denize el sallamak ama bir gün o geminin geleceğine dair olan umudunu kaybetmeden beklemek. Gerekirse her gün acı çekip, onun başkasıyla olan mutluluğunun mutlu olmasına yetmeyi öğrenene dek beklemek. Gerekirse hayata onun gülüşüyle tutulup onu böyle güzel güldüren şeyin başkası olduğunu düşününce deliye dönerek beklemek. Zaman her şeyin ilacı mı? Bilmiyorum. Ama beklemek, bu hayata devam edebilmenin en önemli anahtarı, onu biliyorum. Yarınları beklemek, güzel günleri beklemek, gemiyi beklemek.. Beklemek de beklemek..

"Sevgilisinden ayrılsa ne olacak? Beni seveceğinden emin değilim ki.. Hatta beni sevmez, niye sevsin? Ne yapabiliyorum? İstediği gibi biri değilim mesela.. O çok özgüvenli, çok konuşkan ben ise tam tersi. Ben kendi hayal dünyamda yaşıyorum o ise daha büyük bir evde yaşamak istiyor. Gördüğün AVM'ler onun, parklar benim. Özellikle denize yakın olan parklar."

Bu cümlelerden de sıkılmıştım. Ferhat neredeyse her aşık gibi kendini tekrar etme hastalığına yakalanmıştı. Aynı cümleleri kuruyormuş gibi geliyordu ama ona sorsak her cümlenin anlamı farklıydı.

"Ne alakası var oğlum, sen de yazıyorsun. Çok güzel şeyler söylersin kıza, şiirler yazarsın."
"Ben onun için bu Dünya'ya karşı tek başıma savaş da açarım. O ellerimi tutsa hatta onun ellerimden bir gün tutacağını bilsem bugüne kadar tüm lügatlarda kurulmuş en anlamlı cümleleri söylerim ama yok ki öyle bir ihtimal. Hem İrem güzel bir kız, sevgilisi de var. Ona böyle şeyler çok yapılmıştır, ona ne verebilirim ki? Ne vaat ediyorum ki? Hiç."

Konuştuk, sessizce. Sessizlik çok şey anlattı ama Ferhat dayanamadı bozdu, bu sessizliği;

"Onun istediği biri değilim ama o neyse o olurum. Aynı şeyleri seviyoruz hem! Ne olur beni sevse.."
"Eğer seni böyle değil de, istediği gibi biri olacaksan bırak sevmesin, daha iyi.." dedim.

Ferhat sinirlendi. Biraları bitirdi, biraları bitirirken İrem'i çok sevdiğini ama İrem'in şimdiki sevgilisini çok sevdiğini, bu durumun kendisini perişan ettiği hatta bu yüzden ölmenin daha iyi bir ihtimal olduğunu söyledi. Ancak korkak bir adam olduğunu yeniledi ve korktuğu için intihar edememişti. İrem'in şimdiki sevgilisini sevdiği kadar asla kendisini sevmeyeceğini söyledi. Hatta kendisini hiç sevmeyecekti. Bozuk plak gibi aynı şeyleri söyledi.

Gecenin sonunda taksiye binip, onu evine bıraktım sonra kendi evime geçtim. Yatağıma yattım, tavana baktım. Aklıma bir kaç saat sonra uyanacağım geldi ve moralim bozuldu. Yarın iş yerinde Fight Club'daki uykusuzluk problemi çeken Edward Norton oynamak istemiyordum. Bir-iki saat bile hiç yoktan iyiydi. Ve uyumaya karar verdim..

Bugünden sonra ise İrem bir kaç gün sonra sevgilisinden ayrıldı. Artık ne kadar kuvvetli bir gözünün olduğunu anlayamadım Ferhat ile bir ay sonra sevgili oldu. Ferhat ise bu geceden İrem'e anlatmamı istemedi ve ben bu geceyi anlatmadım. Ben ise o günden beri telefonumu kapatıp öyle yatmaya başladım..








**müzik;

bu yazıyı yazarken en çok yaptığım şey replay tuşun basmak oldu. iki şarkı eşliğinde yazdım;




Düşlerimde Özgür Dünya #19

Güneş bir kez daha doğar, sen senin için doğduğunu düşünürsün ama güneş yine senin için doğmamıştır. Bir gün güneşin senin için doğacağına da inanmaya devam edersin. Takvime bakarsın daha sonra. Aylardan Ağustostur ve Ağustos'un ortası gelmiştir bile. Doğum günündür o gün, bundan yıllar önce takvim yine bugünü gösterdiği zaman sen dünyaya gelmişsindir. Özel günleri önemsemez gibi görünürsün ama bir yandan kimin hatırlayıp hatırlamayacağını düşünürsün içinden. Oysa senin doğman bile senin için pek özel bir gün değildir, hiçbir afilli özelliği yoktur senin için.

18 yaşın geride kalmıştır artık, reşit olmuşsundur. İstediğin mekanlara gidebilir, istediğin filmleri izleyebilir ve sana yaşını soranlara sadece kimliğini göstermen yeterlidir. Devlet de tanır artık seni. İstediğin partiye oy verebilir, yanındaki velin olmadan devlet kurumlarıyla iş yapabilir ve ailenin izni olmadan istediğin yere gitmen bile mümkündür artık. Kimlik taşımak zorundasındır her ne kadar kendini kimlik taşıyacak kadar ait hissetmesen bile. Taşımak zorundasındır çünkü polisler kimliğini sorar çoğu zaman. Ve onlar için geçerli bir neden değildir aidiyet meselesi. Kimliğini unutmamaya özen göstermeye başlarsın, bir kimliğin olduğunu unutmaman lazımdır senin.

19. yaşına giriyorsundur örneğin. Reşit olmayı küçüklüğünden beri düşledin, nasıl bir şey olduğunu merak edip durdun sonuçta ama pek hayalindeki gibi bir şey olmadığını da gördün. Buna rağmen 19. yaşla ilgili bir şey düşünmezsin çünkü 19 yaşın pek afilli bir özelliği yoktur. Kafanda sürekli MFÖ'den "Ne güzel şeysin yaşın 19" şarkısı çalar, sen onu içinden mırıldanır durursun. Kafandan çok şey geçmeye başlar üstelik, çok şey düşünürsün.

Bugüne kadar kendi ayaklarının üzerinde durup duramayacağını test ettin ama bundan sonra ayaklarının üzerinde durmaya başlayacağı yaşa girmişsindir artık. Kendi hayatını kurmaya kafandan başlamışsındır, kafanın içinde bundan sonra tamamen sana ait olacak hayatını düşlemeye başlarsın. Kendi hayatının oluşması için ilk adımlarını atacağın yaşa gelmişsindir çünkü. Ne yapacağını bilememe telaşını yaşarsın normal olarak, ne yapacağın ile ilgili tek bir fikrin yoktur. Ancak bir şeyler yapmanın gerektiğinin farkına varmışsındır. Geleceği düşünürsün, gelecek bir an için gözünü korkutur düşünmekten vazgeçersin. Yaptığın hataları düşünmeye başlarsın daha sonra. Düşündükçe düşünürsün. Yaptığın hatalar sana tecrübe olarak yansımıştır ama bu hatalarla yüzleşmene engel olamaz. Hataları düşünmeye başladıkça, kendine kızarsın, kendine kızmaya durdukça düşünmemeye çalışırsın. Dünden bu kadar pişman, yarından bu kadar endişeli olunca bugünü nasıl yaşayacaksın? Bunu düşünüp durursun, bunu sorarsın kendine ama bir türlü cevap veremezsin.

Çok sayıda insan girmiştir hayatına ama o hayatına giren insanın çoğu artık yoktur hayatında. Eskiden bir insanı hayatına daha kolay alırken, artık bu kadar kolay olmadığını görürsün. Hayatında var olan insanları kaybetmek istemezsin sadece belki bunu o insanlara belli edemezsin ama onları kaybetmemek için her şeyini yapacağını bilirsin. Yalnızlıktan şikayet ederken, yalnızlığa koşmak istersin ilk fırsatta. Yalnız olmadığını düşündüğün anda ne kadar yalnız olduğunu fark edersin, yanındaki insanların fark edemediği bir yalnızlıktır bu.

Çoğu zaman dünya sana karşıymış gibi gelir ve çoğu zaman dünya sana karşıdır. Hayaller kurmuşsundur gerçek olamayacağını bile bile kurduğun hayaller vardır. Çoğu zaman tüm insanlar birlik olup, hayallerinin ağzına sıçmıştır. Ne zaman bir hayal kursan hemen yanında kocaman, bümbüyük kırıklıkları da vardır. Anlarsın ki hayaller gerçekleşmek için değil hayatına devam edebilmek için var. Hayallerinin olduğu sürece gerçekleşmemesi umurunda da değildir zaten, hayallerinin gerçekleşmesi için umut dışında elinde bir şey de yoktur. Umut elindeki tek şeydir ve ona daha sıkı sarılırsın.

Filmler izlersin, kitaplar okursun. İçinde bulunduğumuz ve dönmeye devam eden dünyanın yerine kendi kafanın içinde kurduğun bir hayal dünyasında yaşarsın. Çoğu insan kafanın içindeki bu dünyadan haberdar değildir ve umursamaz ama sen tüm bunlara rağmen bu boktan gezegen yerine kendine ait o küçük dünyada hapsolmayı göze almışsındır. Henüz 19 yaşındasındır ve düşlerinde özgür dünya vardır. Anlamazlar, anlatamazsın. Dünyayı değiştirebileceğine dair umudun her geçen gün daha azalır ama her geçen gün kendi dünyanı kaybetmemeye daha fazla özen gösterirsin. İzlediğin filmlerdeki karakterler gibi, okuduğun kitaplardaki karakterler gibi hissedersin kendini, en azından çoğunu sevmişsindir. Kendi hayatının roman olsa, boktan bir kitap olacağını anlarsın. Ama dizüstü edebiyatı saçmalığı kadar boktan değil, haksızlık etme kendine.

Küçükken kurduğun hayaller gelir aklına ne kadar çok değiştiğinin farkına varırsın. Ne küçükken istediğin gibi doktorsundur, ne de astronot. Bundan sonra uzayla ilgili tek merakın başka bir gezegenin bulunması olur ve oraya bir an önce siktirip gidebilmek. Veya belki Nolan'ın yeni filmi. Ortaokulda polis olmak istediğini hatırlarsın bir an için sonra sokakta gördüğün o polisleri görünce polis olmaman rahatlatır seni. Oyunculuk hep içinde uktedir mesela, hep ukte kalacağını anlarsın ve başlı başına bir hüzündür bu. Televizyonda gördüğün yeteneksiz herifleri izleyemezsin. Futbolcu da olamamışsındır ve tuttuğun takımın formasını giyip o formanın kıymetini bilemeyen futbolcular deli eder seni. 19 yaşındasındır artık ve küçükken kurduğun düşlerin gerçekleşmediğinin farkına varırsın. Ancak bunun çok da önemi yoktur çünkü artık o küçük çocuktan eser kalmadığını fark edersin.

İnsanlar konuşur, insanlar çok konuşur ve senin insanlardan istediğin tek şey susmalarıdır. Susmanın ibadet sayıldığı yeni bir din, susmanın anayasada yeri olduğu bir ülke hayal ediyorsundur. İnsanların hepsi o kadar haklıdır ki, bu dünyada haksız olan bir tek senmişsin gibi hissedersin. İnsanlar ne kadar da kalabalık ve sen ne kadar da yalnızsın. Bir kez daha kalabalıktan ne kadar nefret ettiğini hatırladın.

Yaşıtların gibi çok para, çok kral evler, çok güzel manitalar ve popülerlik gibi bir şeyleri düşlemedin ki sen. Sen hayal ettiysen en fazla yapmak istediğin işi yapabilmeyi istedin, senin için en büyük düş buydu çünkü. 19 yaşındasındır ve en azından ileride sevdiğin bir işi yapıp yapamayacağın konusunda düşüncelere boğulursun. Ya sevdiğin bir işi yapacaksındır ya da ne yaparsan yap kendini boynunda tasma ile gezen bir köle hissedeceksindir. Ve senin tasmanı sadece biraz daha uzun bırakıp, köle olmadığını söyleyeceklerdir, tüm olan budur çok fazlası değil.

Evde küçük bir pasta ve deli gibi içip durduğun kolanın yanı sıra çeşit çeşit abur cuburla bugüne kadar seni her halinle sevecek insanları görürsün. Ailen vardır o masanın etrafında ve bir kaç arkadaşın. Gülümsersin, öncekiler gibi zoraki bir gülümseme değildir bu. Üzerindeki mumlara bakarsın, üflersin. Belki işler iyi gitmiyordur ama kötü de değildir, yukarıda var olduğuna inandığın Allah'a şükredersin, her ne kadar ona olan inancını gösteremeyip içinden yaşasan bile. En büyük mutluluk, yanındaki o insanların olmasıdır. Onların gülümsemesi, en büyük hediyedir. Belki sana çok şey vermemiştir hayat ama en azından bunu elinden almamasını istersin.. Onların mutlu olması, senin mutlu olmandan daha önemlidir her zaman senin için ve bunun böyle devam etmesini istersin.. Yaşın 19 olmuştur ama isteğin hep aynı..

Hoş geldin 19. yaşım..

(15 Ağustos 1996)





Facebook hesabımdan bu konu ile ilgili paylaştığım gönderi;

Sevgili 19. yaşım; bu cümleleri sana henüz 18 yaşındayken yazıyorum. muhtemelen 7 gün sonra seninle resmen kavuşmuş olacağız hatta saat 00.00'ı geçtiği için resmi olarak daha az bir günümüz kaldığını söyleyebilirim.

reşit olmak küçüklüğümden beri beklediğim ve nasıl olacak diye kendi kendime düşünceler kurduğum bir şeydi ama 18 yaşın pek de afilli bir şey olmadığını anladım. artık babyface olduğum için kimlik isteyen mekanlara direkt kimliğimi verip, polemiğe girmiyorum. her ne kadar kimlik taşımayı alışkanlık haline getiremiyor olsam bile. ne yapayım aidiyet eksikliğim var, kimliğim olduğunu hep unutuyorum. oy da kullandım, bir işe yaramadı ama olsun. devlet artık beni tanıyor, beni birey olarak sayıyor, bankalar da öyle. bankalar mesaj atıyor, bankalar arıyor. galiba ben büyüdüm, seninle kavuştuğum zaman ne olacak hiç bilemiyorum. bunlar beni çok sıkıyor, çok bunalıyorum, çok da sıkılıyorum. istersen kuş da vurabiliriz.

19 yaşım; sen ne 18 gibi seksi bir yaşsın, ne de 20 gibi ağırlığı olan bir yaş tam böyle arada kalmışsın yani. ne tam böyle büyük olacağız seninle birlikte ne de küçük, ne böyle herif olabileceğiz ne de eskisi gibi çocuk. tam arafta kalan bir yaşsın ama olsun ben de hiçbir şeyi tam olamadım mesela. 10'lu yaşlarımın sonusun, tamam belki ilki olamadın ama sonusun işte, seni hınzır seni.

ben kendimi bir üniforma halinde hayal edemiyorum ama aynı zamanda onu temsil ediyorsun sevgili 19. yaşım ama merak etme seninle bu politik şeylere girmeyeceğim çünkü anlamıyorum ve anlamadığım şeyler hakkında konuşmaktan her zaman kaçınmışımdır. neyse 19. yaşım nazım hikmet senin için şiirler yazmış, daha ne olsun. bana kimse şiir yazmadı mesela. ben şiir yazmayı denedim ama beceremedim. olsun.

seninle düşlerimi gerçekleştirmeye devam etmek istiyorum. bir uzun metraj, bir de roman. kısa filmlerden de saçma sapan bir ödül bile alsak, tamamdır bu iş. çok mu baskı ve beklenti yükledim üzerine? korkma. olmadı kaçıp gideriz bir yerlere, bu da yeter.

neyse ben susayım, arka fonda çalan şarkı konuşsun; "ne güzel şeysin sen, hep yaşın 19" mazhar abi ne kadar yanılıyor olabilir ki sevgili 19. yaşım? he,unutmadan; daha 19 yaşımda, düşlerimde özgür dünya..

Eskişehir'de Bir Gemi

Kendi neslimden iğreniyorum. Kendi neslimden iğrendiğim gibi benden sonra gelecek kuşaklardan korkuyor ve onlar adına endişeleniyorum. Her şeyin kolayına alışan, okumayan, birbirlerini taklit eden, popülist insanlardan nefret ediyorum. Kendilerinin nasıl biri olduğundan daha çok, nasıl gözüktüğüne önem veren içinde bulunduğum bu nesilden nefret ediyorum. Tıpkı kalitesiz bir ürünün, reklamlara ağırlık vermesi gibi geliyor bana ama en azından kendilerini pazarlayabilme konusunda çok iyi olduklarını görmek mümkün. Birbiri gibi giyinen, birbirleriyle aynı şeyleri seven ve kendileri gibi olmayan insanları anlamsız bir şekilde küçük görebilen bu nesilden kesinlikle nefret ediyorum. Kendini geliştirmeyen, kitap okumayan okusa bile dizüstü edebiyat veya türevleri gibi saçma sapan instagram'da fotoğrafını paylaşmaya yönelik kitaplar okuyan kendi neslimden nefret ediyorum. Kaliteli ve iyi filmler izlemek yerine popülist klişe kokan filmleri izleyen, televizyondaki basit romantik ve ucuz pornografiye kanıp o dizileri izleyen bu nesilden nefret ediyorum. Medcezir dizisinden fırlamış gibi hayat sürmek isteyen bu nesilden nefret ediyorum. Sırf başkaları da yapıyor diye hiç sorgulamadan o şeyleri yapan bu nesilden nefret ediyorum. Popüler kültür fahişelerini dinleyip onlara özenen, onlar gibi olmaya çalışan kendi neslimin kızlarından nefret ediyorum. Tüm bunları düşünüp yaşlandığım zaman yeni kuşakla çatışma yaşayan çekilmez bir yaşlı olacağımın farkına varıyorum ve bu durumdan da nefret ediyorum.

Bu neslin bir üyesi olan İrem ile bir arkadaşım sayesinde tanıştım. Daha doğrusu ben onu arkadaşım sayesinde tanıdım. Başka bir şehirde yaşıyordu, şehirlerimiz farklıydı. Tesadüf eseri tanışmıştım onu ve onu gördüğüm zaman "hiçbir kimse hiçbir kimsenin hayatına tesadüf eseri girmez. Ya bir şey kazandırır ya da bir şey kaybettirir ama kesinlikle tesadüf eseri girmez." tarzı bir cümle aklıma gelmişti. İrem'in de bana ya çok şey kazandıracağını ya da çok şey kaybettireceğini düşündüm, kesinlikle hayatıma öylesine girmemişti. İrem çok güzel bir kız, saçları sarı, dudağı kusursuz yüzüne yakışan ideal bir dudaktı ve kırmızı rujun birine bu kadar çok yakışması mümkün değildi. 1.72 boylarında, ince ancak zayıflıktan kırılacak kadar da olmayan güzel bacaklara sahip, göğsü ne çok büyük ne çok küçük ideal sayılabilecek bir büyüklükte, kalçası o incecik belini düşündüğümüz zaman gayret kusursuzdu yani ideal bir fiziğe de sahipti. Hem güzeldi, hem çok güzel bir fiziği vardı, hem de çok güzel giyiniyordu. Çocukken dinlediğim tüm masallara inanmak istedim. Masalların gerçek olmasını istedim. Çünkü onunla benim bir araya geldiğim hikaye değil, masal olurdu. Ancak masallara inanacak yaşı çoktan geçtim.

Arkadaşım sayesinde tanıdığım ve şehir dışında oturan İrem'i tanıyan tüm arkadaşlarıma sordum. Ortak arkadaşlarımız vardı ve hepsi İrem ile yakındı. Ve ben yerimde olacak her erkeğin yapacağı gibi onlara sorarak İrem hakkında bir şeyler öğrenmeye baktım. Nasıl biri olduğu, neler bildiklerini öğrenmem gerekiyordu. Onun hakkında öğreneceğim tek bir şey bile benim için çok iyi sayılırdı. Kime sorduysam İrem için güzel, şımarık, havalı, orospu olduğunu söyledi. Orospu olduğunu söylediklerinde "ağzınızı sikerim lan sizin" diye tepki göstermeyi düşledim ama "sana ne lan? sen kim oluyorsun?" tepkisinden korktum. Çünkü ben onun hiçbir şeyiydim, yabancıydım. Onun yanından geçip gitsem, muhtemelen beni fark etmezdi. Onun hakkında çok şey öğrendim ama zaten tahmin edebiliyordum. Bir kız bu kadar güzelken, kendini neden böyle gösterir? Neden insanların onu böyle tanımasına olanak verir? Neden güzelliğinden başka bir şey veremeyeceği fikrini sokar insanların kafasına? Bunu bir türlü anlayamıyorum. Bacaklarını, göğsünü ve kalçasını ön plana çıkarıp duruyor. Ben ise hiçbir şeyi olmadığım halde onun fotoğraflarına bakıp, hem sinirleniyor hem de onun adına endişeleniyorum. Kendini neden seks objesi olarak lanse etmeye çalışıyorsun bebeğim, lütfen bana da anlat! Bilemiyorum belki bu yaptıkları yıllar sonra onu pişman olacak, belki bugün beni anlamayacak ama yıllar sonra bana hak verecek.

Eskişehir'e geldim, üniversiteli kaynıyor. Her sarışını İrem sanıyorum, gözüm bir sarışın gördüm diye kalbime haber yolluyor, bunun haberini alan kalbim daha hızlı atıyor ve beynim "durun oğlum bir dakika" diyerek, o kızın İrem olmadığını gözlerimin görmesini sağlıyordu. İrem hakkında söylenenler her zaman kafamın içinde dolaşıp durdu. Eğlenilecek kız olduğunu söyleyip durdular, aşık olunacak bir kız değilmiş. Ben buna inanmak istemiyorum. "Bad girl" özenmeleriniz yüzünden, şu tumblr adlı siteye sokayım! Aşık olmak için fazla neşeliyim tavırlarından, özgür kız özenmelerinizden bıktım. Tıpkı Kaybedenler Kulübü filmini izleyip, oradaki gibi kaybedenler olmaya özenen hemcinslerim gibi geliyor bu bana. Neden attın çıplak fotoğraflarını İrem, neden herkes seni sikebilmeyi düşlüyor ve en kötüsü neden sen tüm bu olanlardan rahatsızlık duymuyorsun. Kafamın içinde bu tür düşüncelere karşı bir savaş açtım, seni temin ederim ki bebeğim savaş kötüdür ve ben savaşa da karşıyım. Tüm bu yaptıklarının geride kaldığını ve benle beraber yeni bir sayfa açabileceğini düşünüyorum. Her şeye yeniden başlayabiliriz diye umut ediyorum, hele bir birlikte olalım da gerisi kolay. Bilinçaltım benimle oyun oynuyor, İrem herkesi tanıyor veya herkes İrem'i tanıyor. Üstelik hepsiyle de çok yakın. Çok yakın konuşuyor ve ben evimde kendi kendime çıldırıyorum. Halbuki bana ne, ben kim oluyorum? Aslında bu tip şeyleri hiçbir zaman yaşamadım hatta eski sevgililerim çoğu onları kıskanmadığımı, onlarla ilgilenmediğim için şikayet edip durdular. Ben bu kadar dar kafalı biri değilim ama İrem'in bu tip şeyler yapmasını kaldıramıyorum, böyle bir kız olmasını istemiyorum. Onun için çok daha güzel planlarım var, o böyle bir kız olmamalı. Basit bir kız olmamalı en azından basit bir kız gibi davranmamalı. Bunu çok istiyorum.

İrem geliyor sonra konuştuğumuz gibi tam 6'da, Eskişehir'de bir barda oturuyoruz karşılıklı. O bana bakıyor ve eli çantasındaki sigaraya gidiyor, ben ise onu izlemeye devam ediyorum. Dünyanın en güzel filmini, en sevdiğim sahneyi ve çok keyifli bir maçı izlermiş gibi hissediyorum. Gözlerimi kırpmak bile istemiyorum, bir saniye bile kaçırmamam gerek çünkü. Sigarasını yakıyor, bir kez çekiyor sigarasından ve o güzel dudakları arasında öyle güzel duruyor ki sigara Marla Singer yanında lüzumsuz biri olarak kalır. Onu izlemeye devam ediyorum. Onu izlerken, o da bana bakıyor, etrafa bakıyor. Ben ona hala bakıyorum ama konuşmuyoruz, ben ne diyeceğimi bilmiyorum ama sanırım o bir şey demek istemiyor. Diğer masalarda insanlar çok ve bu mekan biraz gürültülü. İrem ile konuşmayı beklerken, İrem hariç herkesin konuşması başımı ağrıtıyor. İrem'in sesi dışında tüm sesler, gürültüden ibaret benim için. İrem'e bakıyorum, ona bir şeyler söylemek istiyorum ama ne diyeceğimi bilemiyorum. Kafamın içinde ona demek istediklerimi düşünüyorum, cümleleri bir araya getirmeye, hangilerini söyleyeceğime karar veriyorum. Hemen ardından garson geliyor, ne içeceğimize karar veriyoruz. Ben bir bomonti alacağım, karşımdaki güzel bayan ise Efes malt içecek.

"İrem" diyorum, "çok güzelsin."
"Biliyorum." diyor.

Biliyorum diyor, sadece biliyorum. Onun kadar güzel olsaydım, ben de güzel olduğumu bilirdim diye düşünüyordum. Hem benden önce kaç erkek ona ne kadar güzel olduğunu söylemiştir, şiir bile yazmıştır diye aklımdan geçiriyorum. Aklımdan "bana güzelliğin dışında verebileceğin ne var? Göğsün sarkacak, götün artık çekici gelmeyecek. Rahmin bile çok pis lan senin!" tarzı replikler geliyor. Ama en azından ben İrem'i öyle de seveceğim, onu düşünerek bir an rahatlıyorum.


"Senle ben hiç olmayacak mıyız İrem, bizim bir hikayemiz olmayacak mı?"
"Hayır" diyor. "Hayır Alper, bu bir masal değil."

"Neden?" diyorum, sadece bu soruyu sormak geliyor içimden, sadece bu sorunun cevabını merak ediyorum.

"Çünkü" diyor.
"Çünkü.. Senle ben birlikte olamayız, olmaz yani. Sen ve ben ayrıyız. Sen festival filmisin, ben ise gişeye oynayan bir filmim. Galatasaray'ı sevmemiz dışında ortak bir paydamız bile yok ki, hem benim erkekte aradığım şeyler daha farklı hem ben senin hayal ettiğin gibi biri değilim."

Susuyorum. Bazen bir bakış, kurulabilecek tüm cümlelerden daha anlamlı olabilir. Öyle bir bakış bu. İrem bir sigara daha yakıyor, sigarasını bitiriyor ve gidiyor. Ben masada kalıyorum, arkasından bakıyorum. Halbuki ben onun için değişmeye göze almıştım, o da geçmişte yaptığı hatalara karşı yeni bir sayfa açabilirdi. En azından şimdi hata olarak görmese bile, yıllar sonra hatırlayıp kendisine kızacağı bu şeyleri yapmak zorunda olmazdı. Susuyorum ve yeni bira söylüyorum. Bazen en iyisi, susup sadece bira içmek. Yanımdaki gürültüden nefret ediyorum, kalabalıktan da nefret ediyorum, kendi neslimden de nefret ediyorum, hemen hemen her şeyden nefret ediyorum ama az evvel zaten kırık olan kalbimi daha çok parçaya bölüp giden İrem'e nefret besleyemiyorum..

İrem kalktı gitti masadan, ben masada kaldım. Eskişehir'de boktan bir barın, dışarıya koymuş masasında oturuyorum. Ben beklerim, belki bir gün gelir diye beklerim ama o gelir mi? Onu bilemiyorum. Gelecek gemiyi herkes bekler zaten, önemli olan gelmeyecek gemiyi beklemek de.. Ben beklerim..

Kendisinin Belası Kudret

Kudret, 20'li yaşlarının ortasına gelmiş ve bugüne kadar hiçbir şeyi becerememişti. Bir restaurantın motor kuryeliğini yapıyordu. Hayatı yollarda, yemek kokusuyla ve yiyeceği yemeği dört gözle bekleyen aç insanların yüzlerine bakarak geçiyordu. Kudret hiçbir şeyi becerememiş olmasının yanı sıra hiçbir şeye tam olarak ait olamadı, hep arada kalarak yaşadı. Ne iyi bir çocuk olabildi, ne de kötü bir çocuk. Ne başarılı bir öğrenciydi ne de başarısız hep düz geçerdi sınıflardan.  Ne yakışıklıydı ne de çirkin. Ne tam bir dindar olabilmişti ne de ateist. Hiçbir şeye tam uymuyordu, her şeyin tam ortasındaydı. Babası ona Kudret adını vermişti çünkü 3. Lig'de olan memleket takımında forma giyen Kara Bela Kudret o dönem fırtına gibi esiyordu. Ama babası Beşiktaş'ı da tutuyordu, neden bir Beşiktaş efsanesinin ismi yerine memleket takımının oyuncusunun adını vermişti ki? Sanki Kudret'in kaderi daha o doğmadan, babasının verdiği bu isimle yazılmıştı..

Kudret işini bitirdi, kendisine kalan bahşişlerden kendisine bira alıp alamayacağına baktı ve iki bomonti parası çıkmıştı. Tekelden iki bomonti ve biraların yanında yemek için bir cips aldı. 25 kuruşu çıkmadı ama olsun, tekel tanıdıktı, sonra verecekti. Saat 22.00'ı geçmişti ama olsun, tekel tanıdıktı ve karşılıklı olarak alkolün saati mi olur diye düşünüyorlardı. Kudret anahtarını çevirdi, evinin kapısını açtı. Kapıyı açar açmaz, burnuna gelen o kötü kokudan iğrendi. Evin içine baktı, evin içinde çöp veya kokacak bir şey yoktu. Hatta evi tek başına yaşayan bekar bir herif için temiz bile sayılırdı. Televizyonun karşısındaki üçlü koltuğa oturdu, çorabını çıkardıktan sonra o koltuğa uzandı ve koltuğun hemen önündeki masanın üzerinde duran televizyonu açtı. Televizyonda kanallara gezerken, izleyecek bir şey bulamadı. Televizyonda izlediği veya izlemeyi sevdiği tüm yapımlar yayından kalkmıştı. Kudret burnuna gelen o kokuyu düşündü, yalnızlık kokuyordu. Ev hatta kendisi baştan aşağıya yalnızlık kokuyordu. Yalnızlıktan ve yalnızlığını kokusundan kusacaktı, neredeyse!

Televizyondan izleyecek bir şey bulamadığı için, DVD koleksiyonundan bir film seçti. Scarface filmini izlemeye karar vermişti, o filmi bir kez daha izleyecekti. Birasından yudumladı,düşünmeye başladı. Düşündüğü şeyleri o kadar çok düşündü ki, düşüncelerini kendisini hasta edecekti. Öyle düşünüyordu. Televizyonu bırakıp, odasının duvarlarına bakmaya başladı. Duvarlardan başka kimi vardı? Evinin duvarları onun en yakın arkadaşıydı. Duvarlara baktı, duvarların üzerindeki posterlere baktı. Scarface filmindeki Al Pacino'nun canlandırdığı Tony Montana, Taxi Driver filmindeki Robert De Niro'nun canlandırdığı taksi şoförü ve Fight Club filmindeki tüm karakterlerin posterleri asılıydı. Bu filmleri orta okulun sonuna doğru çalıştığı mahallesindeki DVD satan dükkandan dolayı biliyordu. Orada çok fazla film izlemişti ancak oradan ayrıldıktan sonra o kadar vakti olmamıştı ve çok fazla film izleyemiyordu. Birasından aldığı her yudum onu sonu belli olmayan bir yolda, sona yaklaştırıyordu. En azından o sonsuz bir yolun, yavaş yavaş sonuna geldiğini düşünüyordu.

Kudret bugüne kadar kendisinin hak ettiklerini alamadığını düşündü. Kendisi hak ettiklerini alamazken, tanıdığı ve nefret ettiği çoğu insan hak etmediği halde onca şeye sahip olmuştu. "Sikeyim" dedi, kendi kendine. "Sikeyim. Bu dünyayı sikeyim, bu düzeni sikeyim, Adaletini sikeyim, haksızlığı sikeyim. Kendimi sikeyim, orospuları ve orospuların yanındaki piçleri sikeyim!" dedi. Öfkelenmişti, öfkeliydi. İnsanlara karşı her zaman bir öfkesi vardı ama bu öfkeyi hiç belli etmiyordu. Kudret'in öfkesini belli etmemesinden dolayı, kendisini orospu gibi hissettiği de oluyordu. Kudret sıkılmıştı artık ve Kudret daha fazla öfkeleniyordu. Bıkmıştı Kudret, insanların onu görmemesinden, ona saygı duymamasından, bir hiç olarak yaşamaktan, kendisine değer verilmemesinden. Kudret kendisinin etrafındaki insanlara benzemediğini düşünüyordu. Onlar gibi herkesin kabul ettiği şeyleri kabul etmediğini, herkesin sevdiği şeyleri sevmediğini ve herkesin yaptığı şeyleri yapmak yerine yapmak istediği şeyleri yapıyordu. Belki kendisini çok yakışıklı bulmuyordu, belki giyinmeyi bilmiyordu, belki onlara ayak uyduramıyordu, belki yalnızdı hatta belki nefret bile ediliyordu ama olsun en azından kendisiydi. Kendisi kalabilmek onu mutlu ediyordu. Tüm bunlar aklından geçerken, hala kendisi olmanın onu mutlu ettiğini hissederek bir yudum daha aldı birasından.

Özgüveni yüksek değildi Kudret'in ve bunu nasıl düzeltebileceğini bilmiyordu. Çok denemişti ama olmuyordu. Belli bir süre geçmeden, konuşmayı bile doğru dürüst beceremiyordu. Kudret ilk birasını bitirdikten sonra diğer birasına geçti, kapağını açtı ve hemen bir yudum aldı. Kudret kendisine özgüvensiz demiyordu çünkü ona göre özgüvensiz değildi sadece diğer insanlar haddinden daha fazla özgüvene sahipti. Bu durum onun sinirini çok bozuyordu. Kudret kendisi için uygun bir tanım bulmuştu. Kendisi için en güzel tanımı İngilizce'de bulmuştu, "Loser" dışında hiçbir kelime onu daha iyi anlatamazdı. Bu hayat için fazla loser olduğunu düşünüyordu ve artık bu durumun değişmesini istiyordu. Artık insanların onun farkına varabilmesini, ona saygı duyulmasını, insanların onun yaşadığından haberdar olmasını istiyordu. Bugüne kadar loser olmasının nedeni olarak, kendisinin iyi insan olmasına bağladı. Kendisi iyi bir insandı ve bu yüzden hep kaybedecekti, o da hayatı boyunca hep kaybetmişti. İyi insandı ama yalnızdı. İyi insandı ama kaybediyordu. İyi insandı ama bunun karşılığı loser kelimesiydi. Bunu değiştirmeyi düşledi, değiştirmek istedi. En azından bir an için, son birasından son yudumu da içtikten sonra. Kapının yanındaki askılıkta asılı olan ceketini kaptı ve hızlıca dışarıya çıktı.

O an sanki filmlerde izlediği sahnelerin birindeymiş gibi hissediyordu. Kendisi adeta Scarface filminde "Ben hak ettiğimi istiyorum. Bu dünyayı ve dünyanın içindekilerini istiyorum" diyen Tony Montana, İstanbul'a ilk geldiğinde gazinonun arka tarafında oturup, gazinonun en iyi yerlerinde oturan o hayatın önde gelen isimlerinden olan isimlerin oturduğu masayı gösterip "ben buraya bu masada oturmak için değil, o masada oturmak için geldim" diyen Ramiz Karaeski gibiydi. Hızlıca attı adımlarını, adımlarını atarken ilk defa bu kadar farklı yürüyordu. Her attığı adım onun kendisine olan güvenini yerine getiriyordu. Yürürken bu sefer insanların yanından sessizce çekip gitmek yerine, insanların onun yaşadığından haberdar olmasını istiyordu. "Ben buradayım orospular!", "Burada ben de yaşıyorum orospu çocukları" diye bağırmak istiyordu ama sadece içinden bağırmak ile yetiniyordu. Hızlı hızlı adımları onu, Şeyma'nın yanına getirmişti. Şeyma'yı aradı, Şeyma açmadı. Şeyma'ya kapılarının önünde olduğunu söylediği bir mesaj attı, Şeyma camdan baktı ve onu gördü. Daha sonra aşağıya kapının önüne indi. Kudret'e baktı.


"Ne oldu Kudret? Ne işin var burada? Bu saatte? Delirdin mi?"
"Bana öyle bakma Şeyma! Bana öyle bakmayı kes!" dedi. Kudret'i tanıyanların hiçbiri böyle bir yüksek ses tonu, beklemezdi ondan, Kudret bile kendisinden böyle bir ses beklemiyordu.

"Nasıl bakmayayım, anlamadım?"
"Her zaman baktığı gibi, acıyarak bakma bana."
"Ben sana acımıyorum."
"Hayır acıyorsun. Karşında köpek gibi olduğum için bana acıyarak bakıyorsun, sana değer verdiğim için bana böyle bakıyorsun. Sana verdiğim değerin farkında olup, sana verdiğim değerin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini bildiğin için böyle bakıyorsun. Seni çok sevdiğimden dolayı ancak buna rağmen beni sevmemeye devam edeceğinden dolayı bana böyle bakıyorsun. Acıyarak bakıyorsun bana, acıyorsun bana ve belki bana acıyarak kendine kızıyorsun."
"Kudret öyle bir şey yok, kesinlikle yok.."

Kudret inanmadı çünkü öyle baktığını biliyordu. Şeyma'nın bakışları ona kendisini yaralı bir köpek gibi hissettiriyordu. Halbuki o yarayı açan Şeyma'nın ta kendisiydi. Kudret yalnızdı, Kudret sevilmezdi, Kudret'in yaşadığından ne dönüp duran dünya ne de o dünyanın içindekiler farkındaydı. Hatta çoğu zaman Kudret bile yaşadığının farkında değildi.

"Şeyma sence hayat bu mu? Bundan mı ibaret senin için hayat?"
"Bundan mı derken? Neden mi ibaret?"
"Yani bir gün onunla, bir gün bununla aynı yerlere gidip, aynı muhabbetleri etmek mi? Saçma sapan birbirini tekrar eden muhabbetler, kusana kadar içip sarhoş olmak mı? Bu mu yani sadece bu mu? Herkesin gittiği yerlere gitmeler, bir gösterişler, bir etiket durumu. Bundan mı ibaret her şey?"
"Kudret saçmalıyorsun."
"Hayır saçmalamıyorum. Herkes gibi olayım ben de? O senin yanındaki piçlerin yaptığı gibi davranayım ben de? Kendimi olmadığım biri olarak mı göstereyim? Bunu mu istiyorsun? Bu mu hoşuna gider he?"
"Piçler mi? Kime diyorsun sen onu?"
"Piçler tabi. Şu yanındaki şımarık, kendilerini olmadıkları gibi gösteren zavallı göt verenlerden bahsediyorum. Onlar gibi olsaydım severdin di mi beni? O çüksüz züppeler gibi olsaydım severdin di mi beni?"
"Kudret sen kafayı yemişsin."

Şeyma ilk defa Kudret'in var olduğundan haberdardı, ilk defa ona karşı farklı şeyler düşünmeye başlamıştı. İlk defa ondan korkuyor, ondan nefret ediyor ve onun delirdiğini düşünüyordu. Kudret ise kendini ilk kez bu kadar güçlü olduğunu hissetmişti ve güçlü olduğunu hissetmek ona daha güçlü hissettiriyordu.

"Popülist biri olsaydım di mi beni? Onlar gibi yani. Herkes ne yapıyorsa yapsaydım, severdin di mi? Bir bok bilmediği halde sırf kabul görme, onlardan biriymiş gibi davranmak için bazı fikirleri bile kabul eden bu dallamalar gibi olsaydım değil mi? Nasıl biri olduklarından daha çok, nasıl biriymiş gibi kendini sunanlardan olmam gerekiyordu değil mi? Gösteriş meraklısı, etiket manyağı, ortam aşığı ve benzeri bu siktiğim şeyleirnden olmadığım için di mi? Ama ben buyum ve hep ben bu olarak kalacağım."
"Ne bok yiyorsan ye ama lütfen git şimdi.."
ok param olsa ve o para karşılığında çok güçlü olsam veya çok popülist olsam iş değişir di mi? O zaman seni tahtik ederim değil mi?"
"Ne diyorsun sen ya?"
"Peki Şeyma düşündün mü hiç? Göğüslerin sarkınca, yüzündeki kırışıkları saklamayacak hale geldiğin zaman, O kalçanın artık erkekleri tatmin etmediği gün ne yapacaksın? Böyle makyaj yapmaya devam mı edeceksin?Arabalı bir erkeğin arabasından inip, diğer erkeğin arabasına binmeye devam mı edeceksin? Orospuluk dışında ne bok biliyorsun? Bir erkeğe seni sikmesi dışında ne verebilirsin?"

Şeyma deliye döndü, gözlerindeki nefret ve öfkeyi görmemek elde değildi. Kudret bile Şeyma'nın bu halinden korkmuştu. Şeyma bir sinirle kalktı yanından, Kudret ise onun gidişini izledi, yavaş yavaş. O giderken sadece baktı Kudret ve bu kez öfkesine karşı kaybettiğini anladı.

"Bir gün seninle olacağım. Bunun için ne yapmam gerekiyorsa gereksin, bunu yapacağım!" dedi Kutret, "Siktir git" dedi Şeyma. Şeyma gitti, Kudret kaldı, oturduğu yerde kalakaldı. Dünyalara sahip olmayı isterken, dünyalar başına yıkılmıştı sanki. Yukarıya baktı, "Allah'ım" dedi. "Ne yapacağım ben? Bir akıl versen, bir pas versen.."

Daha sonra kendine geldi Kudret, bomonti birasından bir yudum aldı ve ikinci bomonti birasını da bitirdiğini gördü. Onun kendisine ayırdığı zaman bitmişti, şimdi yatma vaktiydi. Uyuyacaktı ve boktan hayatı devam edecekti. Tıpkı dün olduğu, yarın da tıpkı bugün olduğu gibi olacaktı. Bundan çok sıkılmıştı Kudret ve Scarface filmindeki Tony Montana karakterinin posterine döndü, gülümsedi.

"Tony" dedi. "Ben de hak ettiklerimi istiyorum. Bu Dünya'yı ve bu dünyanın içindekilerini istiyorum adamım."

Bunu dedikten sonra camını kapatıp, üzerine pikesini örttü ve kanepesine kıvrıldı Kudret. Kendisinin belası olan Kudret, kendisinin en büyük belası kendisiyle yaşamaya mecburdu, bunu anladı. Kuğu olmayı bekleyen çirkin ördek yavrusu gibi, boktan hayatının sona ermesi için boktan hayatına devam etti..





Günümüzün Günümüz Hikayesi

Çok güzel bir kızla tanıştım. Kendisi çok güzel, ismi de öyle. Çok güzel bir kızla tanıştığımı söylemiştim değil mi? İsmi Mısra. Şair olmak istiyorum, isminden mi yoksa güzelliğinden mi bilemiyorum. Kıskanıyorum. Tüm şairleri kıskanıyorum. Mısra'nın yerinde olsaydım, kıskanırdım. Kıskanırdım adına şiir yazılmış tüm kadınları. Ama Mısra kıskanmıyor, hem güzel hem de kıskanç değil. O kendisine bir içki söylüyor ben ise kolamdan bir yudum alıyorum. Ramazan ayında alkol kullanmam, bu bir prensip meselesi. Oruç tutmuyorum, namaz kılmayı bilmem ama dua bilirim, tamam hepsini ezberleyemedim ama olsun. Allah'a inanıyorum, Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya çalıştığım oluyor ama bir Müslümanım ve Allah'a inanıyorum. İnanıyorum ve seviyorum ama konuşamıyorum.

İçkisinden aldığı her yudum, onu daha güzel kılıyor. Gece bitmesin istiyorum, "hey barmen, yanımdaki hanımefendiye aynısından" demek de istiyorum, barmen beni önemsemiyor. Ne tuhaf, kadınlar da öyle. Barmen kadın değil ama o da beni umursamıyor. Mısra'ya dönüp, bir kaç cümle söylemek istiyorum. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Mısra çok güzel bir kız, ismi de öyle. Ben onu arzuluyorum ama konuşamıyorum. Bildiğim tüm kelimeleri topluyorum kafamda, hiçbiri bir anlam ifade etmiyor benim için. Aklıma kendi evimdeki kitaplığım geliyor, keşke biraz daha kitap olsaydı. Dostoyevski okumak istiyorum. Daha fazla okumam gerek, evet! Ama önce Mısra'nın dudağından öpmeliyim. İrem Naz çok güzel ama kendisi sporcu ve hayranı çok fazla. Mısra ile konuşmaya başlıyorum, bana gülüyor. Öyle güzel gülüyor ki, onu güldürebildiğim için kendimi seçilmiş kişi olarak görüyorum. Yıldızlardan bahsediyoruz, gökyüzü geliyor önümüze, ben ise Fenerbahçe'nin yeni transferlerini de düşünüyorum. Nani-Van Persie ve diğerleri korkutuyor gözümü ama takım olmak önemli. Ya takım olamazlarsa diye düşünüp, rahatlıyorum. Mısra Fenerbahçeli. Çünkü ailesinde Fenerli olmayan kimse yokmuş, abisinin ecnebi eşi dahil. Futbol sahada kalmalı güzelim, biz yatak odasına geçelim.

Ne diyeceğimi bilemiyorum. Göğüs dekoltesini görüyorum ama konuşamıyorum. Kitaplardan konuşuyoruz, her önüne gelen kitap çıkarttı. Evet güzelim, benim de kitabım var. Dedim ya bu devirde herkesin kitabı var. Kitabımı merak ediyor, en azından merak ediyormuş gibi davranıyor. Bir daha buluşursak eğer en güzel imzamı atmış bir şekilde ona hediye edebileceğimi söylüyorum, yine gülümsüyor. Teşekkür etmesine gerek yok ama o bunu bilmiyor, teşekkür ediyor. Neler okuyor, merak ediyorum. Pucca okumuyormuş, Arda Erel'i daha önce duymamış, fenomenleri pek sevmezmiş. Ben de fenomenim ama zaten beni kimse sevmez, o da fenomenleri pek sevmezmiş. Allah'ım ne kadar da şanslıyım. Mısra ne kadar güzel bir kız, ismi de çok güzel. Pucca da okumuyor, Arda Erel'i bile bilmiyor, ne kadar da şanslıyım. Fenomenleri pek sevmiyor ama olsun, ben de fenomenim ama ben de kendimi pek sevmem. Merak ediyorum. Oğuz Atay okuyor mu? Aylak Adam romanını okudun mu? Dosto'dan bir kitap okuduğunu söylesin bana, Freud var mı? Ben merak ediyorum, o bir içki daha söylüyor. Benim de kolam bitti, bir kola daha istiyorum. Doktor kola içmemi yasakladı ama olsun. O içkisinden bir yudum alıyor, benim kolam geliyor. Lisede ne kadar güzel kızlar vardı, hatırlıyorum. Hatırlıyorum da Merve en çok arzuladığım kızıydı okulun. Sizi temin ederim ki, Janset orospuydu. Orospuydu Janset, Duygu'nun kocaman göğüsleri vardı ve saklamazdı, Seren ile küstüm, onunla konuşmuyorum. Yine de Seren'i seviyorum.

Mekandan çıkmaya karar veriyoruz en sonunda ve Mısra "bize gidelim" diyor. Tamam diyorum. Tamam diyorum çünkü ben Karşı'da, Anadolu'da oturuyorum. Anadolu Yakası, seni hiç sevmiyorum. Kadıköy sen hariç. Mekandan çıkıp yürüyoruz önce, Mısra'nın kafası biraz güzel, çizgilerin üzerinde düz yürüyemiyor. İnsan dediğin düz çizginin üzerinde yürüyemez ki hep, biraz da o çizginin dışarısına çıksın. Bırakıyorum o da dışarısına çıkıyor. Dar ve karanlık sokaklarda yürüyoruz, ya önümüze bir tinerci çıkarsa, korkuyorum. Güçlü olmam lazım, en azından güçlü görünmem gerek. Güçlü görünmem gerek çünkü kadınlar güçlü erkeklerden hoşlanır. Elimden tutuyor bir anda ve eliyle tuttuğu elimi havaya kaldırıp, adımlarıyla senkron ediyor. Öyle mutluyum ve öyle güçlüyüm ki, Dünya benim sayemde dönüyor gibi hissediyorum. Dünya benim etrafımda değil, ben istiyorum diye dönüyor sanki. Taksiye bineceğimizi söylüyor Mısra, gülerek. Gülümsüyor, çok güzel gülüyor. O gülüyor, ben gülüyorum, biz gülüyoruz, tüm Dünya gülüyor. Taksi bekliyoruz, taksi daha gelmeden cebimdeki parayı kontrol ediyorum. Umarım param yeter ve ev yakındır. Taksi geliyor, taksiye biniyoruz. Taksinin arka koltuğundayız ben ve Mısra. Arka koltuk değil, sanki Dünya. "Nereye?" diye soran taksiciye, nereye gideceğini söylüyor Mısra, bu yakayı pek bilmem ama söylediği yer korkutuyor gözümü. Tozludere'den kendini Mira'nın o görkemli hayatına dahil olan Yaman gibi hissedebilirim kendimi. Hayır ben popülist bir dizi izlemem, Medcezir'i de izlemem. Ama bilirim çünkü sinema yapmak isteyen biri olarak, kötü bir işi bile takip etmem gerek. Piyasada neler yapıldığını bilmem için. Neyse bunların önemi yok, gözüm taksimetrede. Gözüm Mısra'nın bacağına kayıyor ama olsun. Bizim lisede Şeyma adında bir kız vardı, yaşı benden bir yaş küçüktü ama çok güzeldi. Şimdi ne yapıyor acaba, aklıma geldi.

" Burası" diyor Mısra, taksi duruyor, ben parayı uzatıyorum, kapıyı açıyorum ve Mısra'nın elinden tutuyorum. Mısra da indikten sonra para üstünü uzatan taksiciye "kolay gelsin" diyerek, para üstünü almıyorum ve bunu yaparken çok utanıyorum. Sanki bir bokmuşum gibi hissettiriyor bana. Ama kendimi tanırım, kendim bir bok değil.  Tüm bunlar çok kısa bir zaman içinde oluyor, Mısra ise hala gülüyor. Mısra çok güzel gülüyor, öyle güzel gülüyor ki, ülkenin en komik adamı olmak istiyorum bir an için. Cem Yılmaz'ı kıskanıyorum yine, ben onun kadar komik değilim. Ben onun kadar zeki de değilim. Mısra tutuyor ellerimden, hızlı hızlı adamlarla götürüyor beni arkasından. Güvenlik çıkıyor karşımıza, "Hoş geldiniz Mısra hanım" diyor, cevap vermiyor. Cevap vermiyor ve ben buna çok sinirleniyorum ama alkolün etkisi diyerek kendimi sakinleştirmeyi de ihmal etmiyorum. Kocaman bir evin kapısının önünde arkasını dönüyor ve bana yaklaşıyor. Bana yaklaşıyor ve bir anda beni öpüyor. Beni öpüyor ve o an onunla ben yükseliyoruz. Gökyüzü ne kadar güzel, yıldızlar ne kadar da parlak. Mısra beni öptü ama hala kurbağayım! Allah kahretmesin, tüm masallar baştan yazılsın! Aklıma çok güzel bir tweet geldi, çok RT alıp, takipçi kasacağım yaşasın.

Öpüşerek eve girdik, Mısra üzerindeki kıyafeti çıkardı. Kıyafetini çıkarmasıyla, siyah sütyeniyle tanıştım. Tanıştığımıza memnun olduk ve Mısra üzerime atladı. Üzerime atlayınca bir an için onu taşıyamazsam diye korktum ama taşıdım. Çünkü ben güçlü bir erkeğim. En azından o benim elimi tuttuğundan beri. Siyah sütyenini çıkardı ve onu taşıyarak yatağına getirdim. Belki de annesinin-babasının yatağıydı bilemiyorum. O yavaş yavaş mini şortunu da çıkartmaya yeltendi ve beni yanına çağırdı. Ben de soyundum, Soyunduktan sonra yaralarımı görecek diye korktum, çünkü ben yaralardan oluşuyordum. Kimi hala kanayan, kimileri ise çoktan kabuk bağlamış yaralar. İnsan dediğin yaralardan oluşur, yaralar da insanın hayatını oluşturur. Mısra ile seviştik, 30 dakika sürdü, her şey 30 dakika için miydi? Mısra yanıma yattı, başını omzuma koydu. Odanın içindeki tablolar canlandı sanki, "hayat bu işte adamım" diyordu. Bazen öyle olur, sen hariç herkes konuşur. Ben ne diyeceğimi bilemezdim ve benim yerime her şey konuşurdu. Mısra'ya döndüm ve ona baktım. "Benimle evlenir misin?" dedim.

Çünkü Mısra çok güzeldi, ismi de çok güzel ve şu an benim yanımdaydı, çıplaktı, çıplaktık. Döndü bana baktı, yine gülümsedi. "Hani sen Ramazan'da içmiyordun?" diye sordu. Anlamsız bir soruydu, çünkü ben Ramazan'da içmiyordum. Bu bir prensip meselesiydi ve ben kendimden ödün vermezdim, vermedim. Kafam da hiç olmadığı kadar yerindeydi, yapacağım uzun metraj filmini düşlüyorum kafamda. Hem futbol haber editörüyüm hem bir kitabım var hem de bir uzun metraj filmi için kafa yoruyordum. Tüm bunları yaparken, çok güzel bir kadın yanımdaydı ve o kadının ismi de çok güzeldi, onun yatağında çıplaktık üstelik. Mısra başını havaya kaldırdı, benim yüzümün yukarısına getirerek, bana baktı. "Biliyor musun 20 senedir böyle iyi sevişmemiştim." dedi ve 20 yaşındaydı. Biliyordum çünkü gecenin başında söylemişti, ben de yaşımı bir yaş büyüterek aynı yaşta olduğumu söylemiştim. Ama ben yalan söylemem. Sadece yaşımı yanlış hesaplamış olabilirim. Tamam yalanı bazı ender durumlarda söylerim ama o kadar, hepsi bu.

Sabah oldu, uyandım. Mısra uyuyordu, yanına yavaşça öpücük kondurdum. Çok güzel uyuyordu ve uyansın istemiyordum. Mısra, çok güzeldi. Uyurken de çok güzeldi ve ismi de çok güzel. Yavaşça öptükten sonra açıkta olan bacağına pikeyi örttüm, gece fırlattığım kıyafetleri giydim tek tek. Çorabımın teki yoktu, aradım ve tam ümidi kesmişken ayakkabımın tekini çorapsız giyeceğimi düşünürken buldum. Bazen öyle olur, tam ümidi kestiğin an olmasını istediğin şey olur. Bu da kader dediğimiz olayın, kendi kendine yarattığı bir eğlenceden ibarettir.  Çorabımı giydikten sonra, kağıt kalem aradım. Kağıt kalem ararken, metrobüsün buraya yakın olup olmadığını düşündüm. 34A'ya binmem ve Altunizade durağında inmem gerekiyordu. Kağıt kalem aradım ve buldum. Kağıt kalem, mutlu olmam için başka bir şeye ihtiyaç yok. Bir not yazdım ve altına numaramı ekleyip, gülücük koydum. Telefonunun altına koydum notu ve barda tanışıp evine geldiğim Mısra'ya son kez baktım. Mısra ile ben sadece barda tanışmış ve bir gece beraber olmuş iki insanız, o kadar. Mısra'ya son kez baktım ve aklıma o kağıda yazdığım not geldi;

"Mısra sen çok güzelsin, ismin de öyle. Dün gece çok güzeldi, bundan sonra geçireceğimiz güzeller de öyle. Ayrıca düşündüğün gibi Bukowski gibi bir havam yok çünkü o çirkin ama ben yakışıklıyım. Sen ise çok güzelsin ve ismin de öyle"

:)

Yönetmen Değil Yönetemeyen'in Gözünden Sinema

"Neden sinema? Neden yönetmenlik?" hayatımda anlamadığım şekilde insanlar bu soruları bana soruyor ve ben de onlara cevap vermeye üşendiğim için cevap vermiyorum. Ancak en azından kendime bu soruları sorup, bu sorulara cevap vermek istediğim için bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Eğer bana 10 yaşımda "büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diye sormuş olsaydınız muhtemelen "tiyatrocu" cevabını duyacaktınız, bakın "oyuncu" olmak değil, tiyatrocu olmak istiyordum. Çünkü tiyatronun büyüsü her zaman bana daha cazip gelmişti. 17 yaşıma geldiğim zaman ise daha sessiz, daha içine kapanık bir çocuk olmuştum.Ve yeni yeni yazmaya başlamıştım. İçime kapandıkça mı yazmaya başladım yoksa yazmaya başladıkça mı içime kapandım bilemiyorum. Şimdi bana soracak olursanız ise yönetmen olmayı düşünüyorum. Çünkü yönetmen olmadıktan sonra o film, senin filmin olmuyor ne yazık ki. Daha doğrusu kendim bir şeyler yazıp, yönetmek istiyorum ve eğer becerebilirsem oynamak istiyorum. Çok yetenekli olduğum için değil sadece bunların beni mutlu edeceğini bildiğim için, yapmak istediğim için istiyorum..


“Sinema bana ortaya bir mesele koyma, hayat hakkında anlatılması da biraz zor, belki genel anlamda çok kabul edilmeyen, ideolojik ve kabul görmüş egemen algıların dışında, bir şeyler yapma fırsat ve özgürlüğü veriyor. Bunun için sinema yapıyorum. Ve sinemanın benim için en değerli, mucizevi yanı da bu. Ortaya bir mesele koyup, bir şeyler anlatabilmek için bir anlamda, yol olarak karakter ve öykü yazıyorum. Belirli bir şeyi anlatmak çok da bana göre bir şey değil. Ki yeterince anlatılıyor. Zulümler, sınıfsal konular vs sinemada yeterince anlatılıyor. Ben de belki bunların arkasında olabilecek, daha muğlâk, daha benim de anlayamadığım şeyleri anlatmaya çalışıyorum. Bir tür anlama çabası gibi…”

                                                                                   (Zeki Demirkubuz)



Neden Sinema?

Çocukluktan bu yana yapmayı en çok sevdiğim şey, film izlemekti ve ben büyüdüm hala da yapmayı en çok sevdiğim şey film izlemek. Sinemanın beni çeken çok güçlü bir büyüsü olduğunu düşünüyorum. Sinema yapmak istiyorum çünkü bir şeyler anlatmak istiyorum. Sinema yapmak istiyorum çünkü insanlara karşı ne diyeceğimi bilemiyorum. Sinema yapmak istiyorum çünkü başka bir şey yapamıyorum. Belki iyi bir sinemacı olamasam bile sinema yapmak istiyorum çünkü sinema dışında bir şeyler yapmanın beni mutlu etmeyeceğini çok iyi biliyorum.

"Neden Sinema?" sorusunun cevabını ise kendime bile veremedim. Nedeni olmadığı için değil, söyleyemeyeceğim için cevabını veremiyorum. Bu tıpkı, tuttuğunuz bir takımı neden tuttuğunu söylemek gibi olur. Yani ben Galatasaraylıyım, o kaybettiği zaman hala zaman zaman ağlarım, çok sinirli olurum bir yerlere vururum, küfür ede ede maç izlerim, deli gibi heyecanlanır, en çok dua ettiğim zaman Galatasaray'ın maçları olur. Ancak tüm bunlara rağmen neden Galatasaray diye sorarsanız, buna da net bir şey söyleyemem. Sinemanın da böyle bir şey olduğunu düşünüyorum.

"Neden sinema?" sorusunun cevabını veremesem bile hayatımın sonuna kadar sinemanın benimle olacağını ve benim kalbimin atmadığı zaman değil sinema yapmadığım zaman öleceğimi biliyorum. Sinemanın eğer sinema yapmadan yaşayamıyor durumunda iseniz, yapmanız gereken bir şey olduğunu aksi durumda yapılamayacak bir şey olduğunu düşünüyorum.  O yüzden siyah bir başlıkla belirtmeme gerek olmadan, ayrı bir başlık altında incelemeden sinema hobi olarak yapılmaz, sen altın bileziğini al sinemayı hobi olarak yaparsın diyenlere bunu söylemem daha uygun olur.

"Sanıyorum ki sinema yapmamın başlıca iki sebebi var. Birincisi kendimi ifade etmekte, dolayısıyla iletişim kurmakta hep zorlanmış olmam. Başka bir deyişle, film yapıyorum çünkü konuşmayı bilmiyorum. Filmlerim de benimle, dış dünya arasında bir köprü kurmamı sağlıyor. Diğer neden ise; dünya, insanlar ve kendim hakkında yeni şeyler keşfetmeyi hep sevdim."

"BEN DE BURADAYIM" DEME ARACI SİNEMA

Hayatımda insanlarla iletişim kurmam gün geçtikçe daha kolay olması gerekirken, daha zor olmaya başladı. İletişim kurmakta daha zorlanan biri oldum. Yani insanlarla doğru konuşabilmem için, rahat olabilmem için oldukça fazla bir zaman geçirmem gerekiyor, aksi takdirde ne diyeceğimi bilemiyorum. Konuşmayı pek beceremediğim için yazmayı daha çok seviyorum ve sanırım bu yüzden yazıyorum.  Bir nevi hayattan intikamımı yazarak alıyorum. İnsanlarla yazarak iletişim kuruyorum. İnsanların çok konuşması veya benim onların yanında çok fazla sessiz olmam gibi bazı sorunları yazarak çözebiliyorum. Yazarken hem rahatlıyorum hem deliriyorum. Ben bunları yaza yaza mı delirdim yoksa delirdiğim için mi yazıyorum bilemeyeceğim ve bu polemiğe girmek istemiyorum. Yazıyorum çünkü yazarken mutlu oluyorum.

Sinema ise yazmaktan daha çekici geliyor bana. Çünkü sinema yaparken de yazmanız mümkün oluyor ancak yazarak sinema yapmanız mümkün olmuyor. Sinemayı da yazmayı da seviyorum daha fazla açmak istemiyorum. Sadece yazmak mastürbasyon ise, sinema sekstir.

Bir duvar yazısında "Ben de buradayım <3" yazıyordu ve o duvar yazısını çok beğenmiştim. Benim için sinemada bu anlama geliyor. İnsanların yanından sessizce çekip giderken, sinemayla en azından insanlarla konuşabilirim gibi geliyor. Çok severek okuduğum bir yönetmenlik kitabında, adını hatırlamadığım için üzgün olduğum çok değerli bir yönetmenin de dediği gibi; "Sinema benimle dış dünya arasında bir köprü kurmamı sağlıyor."


"İnsanlar bana film okuluna gidip gitmediğimi sorduklarında onlara: ‘Hayır, filmlere gittim’ diyorum."

                                                                                     (Quentin Tarantino)
ÇOK OKUMAM, ÇOK YAZMAM VE ÇOK İZLEMEM GEREK

Kendimi geliştirmek istiyorum ve her anlamda bunun için çabalıyorum. Bana göre her insanın amacı bu yönde olmalı. Dediğim şey daha lüks yerlerde ne yapılacağını daha iyi bilmek veya yeni yeni lügatımıza giren yabancı kökenli kelimeleri bilmek değil. Daha farklı, daha gerekli şeyler. Kendimi geliştirmek için hep okuma halindeyim ancak daha okumam gerekiyor. Bir şeyler yazıyorum ama daha fazla yazmam gerekiyor. Hala iyi yazamıyorum ama bunu eskisine göre daha iyi yapıyorum. Çok film izliyorum ama daha fazla izlemem gerek. Bunların hepsinin farkındayım ve bunun için çabalıyorum.

Hem iyi bir yazar veya iyi bir senarist olmam için çok fazla okumam gerektiğini biliyorum ve bunun için çok çabalıyorum. Okuma alışkanlığımı liseden atıldıktan sonra kazandığım için geçen yılların acısını almak istiyorum ve bu yüzden biraz daha zamana ihtiyacım var. Freud'u daha iyi anlamam gerektiğini ve bu yüzden onu daha fazla okumam gerektiğini biliyorum. Bu ülkede bir-iki kişi dışında iyi bir senarist bulmak, oldukça zor. Bana göre ülkemizin sinemadaki en büyük sorunu, senaristler.

Çok fazla film izliyorum günde en az bir-iki tane film izlerim ama bazı zamanlar oluyor ki günde 5 film izlediğim bile oluyor. Film izlerken notlar alıyorum, şöyle bir çekim olmuş, şöyle bir plan var. Şu filmdeki renkler çok iyi. Eğitim sistemi bana geri zekalı olduğumu hissettirdiği için sinemanın eğitimini alamazsam eğer bu anlamda kendimi eğitmek istiyorum. İzlediğim her film yönetmenlik ve oyunculuk açısından bana çok şey katıyor. İzlediğim için pişman olduğum bir filmde yönetmenin bir sahnedeki farklılığı bana çok şey katabiliyor veya çok fazla üzerinde durmadığım oyunculuğumu geliştirmem için bile bir oyuncunun performansı beni çok etkileyip, bana çok şey gösterebiliyor. Hepsini not ediyorum çünkü unutkan bir adamım ve sinema eğitimim sinema bölümü değil sinema filmleri olacak.

Benim izlediğim filmleri arkadaşlarıma izletmeye kalksam muhtemelen film bittiğinde beni evire çevire çok güzel döverler ve gücüm de yetmeyeceği için karşılık da veremem. Festival filmlerini daha çok seviyorum, gişe filmlerine arkadaşlarımı kırmamak için veya bir kızla yiyişmek için gidiyorum ne yazık ki. Ben daha çok gerçekçi insani hikayelerin bulunduğu filmleri çok seviyorum. Hüzün, dram, insan psikolojisi, bunlar beni daha çok cezbediyor. Popülist işleri sevmiyorum ve kesinlikle izlemek istemiyorum ancak onları izlemediğimi söylersem yalan olur. Onları da izliyorum çünkü ortamlarda konuşmak durumunda kalıyoruz ister istemez ve popüler kültür dediğimiz o illet bir nevi beni de böyle arasına alıyor ama ben olabildiğimce uzak kalmak istiyorum. Ancak popüler işleri de izlemem gerek çünkü piyasada nelerin iş yaptığını bileyim. Medcezir adlı vasatlar vasatı, kötülerin kötüsü, basit ucuz bir diziyi bile izliyorum. Çünkü piyasada dönen işleri görmem gerekiyor.


“Yönetmeni hissetmek istemiyorum, senaryoyu hissetmek istemiyorum, oyuncuların oynadıklarını hissetmek istemiyorum. Bir mevzuya şahitlik etmek istiyorum."
                                                                                    (Ali Atay)

SİNEMA YAPARSAN AÇ KALIRSIN

Bugün sinema yapmak isteyen herkesin duyduğu her cümle aç kalırsın olur ve ben kime sinema yapmak istediğimi söylesem aç kalabileceğimi söylediler. Sinema yapmak sizi aç bırakmaz diyemiyorum bırakabilir hatta büyük ihtimalle bırakacaktır ancak sinema sizi hiç olmadığınız kadar mutlu edecektir, bunun garantisini vermem mümkün. En azından ben sinema yapıp aç da kalacak olsam, sinema yaptığım için mutlu olacağım. Sinema yapıp aç mı kalmak beni mutlu edecek yoksa tok olup sinema yapamamak mı? Sorulması gereken soru bu, cevabı ise bana göre sinema yapıp aç kalmak beni daha çok cezbediyor.

Sinemada en sevmediğim şey, vasat sevicilik. Anlamadığım bir şekilde vasat işler her zaman daha iyi iş yapıyor. Ben arkadaşlarıma Onur Ünlü'nün filmlerinden bahsettiğim zaman tanımıyorlardı, Allah'tan Leyla ile Mecnun işi yapıldı da Onur hocayı şimdi tanımaya başladılar. Bizim sinemamızda iğrenç bir eğilim var, vasatlık seviliyor. Belki ben de çok kötü bir iş yapacağım ama en azından onlar gibi bir şey yapmak istemiyorum, bu bana yetiyor. Komedi film tufanı var ülkemizde ve komik olması için yapılan filmlerin hepsi pornografiden oluşuyor ayrıca komik değiller. Pornografi derken seks sahnelerinden bahsetmiyorum, keşke öyle olsa ama daha farklı bir pornografi bu, ucuz pornografi ve bunların iş yapmasını bir türlü anlayamıyorum.

Örneğin vine çeken adam yazıyor bir senaryo, buluyor bir parası olan adam çekiyor filmini. O film iyi filmlerden daha fazla kopya ve sinema salonuyla daha fazla seyirci çekiyor. Bu böyle oldukça tabi ki aç kalırım, eğer tok olan kitle o kitle olacaksa, aç kalan kitleden olmayı çok isterim. Ne yazık ki bu ülkede popülist bir iş yapmazsan aç kalırsın. Dizi veya popülist bir iş ortaya koyman şart kere şart yoksa bir şeyler yapmak için uğraşır durursun.

Film çekmek insanın farklı yaşlarda kendi fotoğrafını çekmesi gibi bir şey. hepsi farklı görünür, ama aslında hepsi aynıdır.
                                                                              (Wong Kar-Wai)
YÖNETMEN DEĞİL YÖNETEMEYEN

Aslında ben senarist ve oyuncu olmak istiyordum. Yönetmen olmak istemiyordum. Kısa filmlerimi yönetiyor olmamın nedeni yazdığım şeyleri yönetmek isteyecek birilerini bulamıyor olmam. Ancak şimdi yönetmen olmak istiyorum çünkü kendi dünyamı yaratmak çok hoşuma gidiyor ve filmin tamamen benim olmasını istiyorum. Bu yüzden yönetmenlik artık daha sıcak geldiği için yönetmenlik konusunda da kendimi geliştirmek istiyorum.

Ancak denemelere göre yönetmenlik bana göre değil. En azından işin teknik kısmına çok uzağım. Matematik her zaman benim kabusum oldu ve yönetmenlikte de benim kabusum. Işığın nereden geldiği, görüntünün nereden daha iyi olduğu gibi sayısız bir çok nedeni kavrayamıyorum. Kamera hareketlerini beceremiyorum. Kafam basmıyor yani. Benim yapabileceğim şey; hikayeyi en güzel nasıl anlatabilirim? Ben bunun derdindeyim.

Şimdiye kadar kısa filmlerimde sadece tek kamera -bir kere iki kamera ile çalıştım- ve basit tripodlarım oldu. Oyuncular amatör, ben ne yapacağımı bilemiyorum, mekanlarla anlaşmalarımızın süresi sıkıntı, ekipmanlarımız yetmiyor, böyle bir sürü neden sayabilirim ama ben bunları bahane etmiyorum. Kötü bir iş yapıyorum ve onun da arkasındayım. Çünkü deneme - yanılma yapabileceğim yaştayım ve onu yapıyorum. Deneyerek, bazı şeyleri çözeceğim. Sonuçta festivale oynamıyorum kısa filmlerimde veya bir şey vaat etmiyorum. Bir şeyler öğrenmek, bir şeyleri yanlış yapıp yanlışlarıma bakmak için kısa film yapıyorum.

Kaldı ki bir oyuncunun kostümünü ben seçmediğim, mekanda neler olup neler olmayacağına ben karar vermediğim, sahnedeki detayları benim seçemediğim, farklı kameralarla ve çekim tarzıyla çekemediğim zaman kendimi yönetmen olarak görmem, yönetmeyen olarak görürüm. Kendimi ise yönetmen olarak görmem hiçbir zaman yönetmeye çalışan biri olarak görürüm ama onun için bile önümde seneler var. Şimdi yönetemeyen biriyim ve bunun tadını çıkarıyorum.


“Hikâye anlatmak, eğer içinde senin baktığın yere bakabilecek bir ekip de varsa dünyanın en acayip şeyi.”
                                                                                                   (Ali Atay)

Futbol; takım oyunudur. Sinema; ekip işidir.

Benim en büyük şanssızlığım, bir ekibimin olmaması. Herkesin bir ekibinin var olduğunu görüyorum, görüntü yönetmenleri, kameramanı, boomcusu, montajcısı var oğlu var. Benim ise kimsem yok. Hem yazarken, hem çekerken, hem çektikten sonra montajlanırken çok yalnız hissediyorum kendimi. Futbol takım oyunudur mesela bunu herkes bilir ama sinema tek başına yapılmaz o da ekip işidir. Bunu herkes biliyor mu bilmiyorum ama arkadaşlarım kesinlikle bilmiyor bunu biliyorum çünkü çok yalnız kalıyorum.

Her zaman arkadaşlarımla bir şeyler yapmanın keyfini çıkardım, onlarla bir şeyler üretmek istedim. Blog sitesi açıp yazılar yazdık, e-dergi çıkarttık ve kısa filmlerimde beraber bir şeyler yapma fikri kısa filmleri yapmaktan daha güzel geldi. Ancak her seferinde sanki zorla bir şey yaptırıyormuşum gibi hissettim ki bunu hissetmek gerçekten çok kötü. Kısa film çekiyoruz; babamdan zor izin aldım diyen birisi çekim bitse de kahve içmeye gitsek diyor. Ufacık sette hatta set bile olmayan setçik olan set ortamımızda adam sanki dayak yiyormuş edasıyla iş yapıyor. Herkes bitse de gitsek havasında veya bana ayıp olmasın diye oradalarmış gibi oluyor. Haliyle benim bu işten bir şeyler bekleme şansım oluyor mu? Bu iş ne kadar iyi bir iş olabilir ki?

Sana inanan vasıfsız bir kişi, sana inanmayan vasıflı bin kişiden daha iyidir. Ben buna inanırım ve hayatımda bana inanan insanların olmasını isterim. Ancak bu işlerde bana inanan birilerini bulmam çok zor. Zaten arkadaşlarımın hepsi ya senarist olup benim yazdığım şeyleri düzeltiyorlar ya da böyle reklam yapabilecekleri rol olursa onları oynamak istiyor. Her kısa filmimden sonra ensemi kaldıramıyorum çünkü çok yoruluyorum.

Yakın arkadaşlarıma projelerimi anlattığım zaman dinlemiyorlar ve ben de onlara anlatmıyorum. Emre dinliyor ama o da benim kafam basmıyor diyor ben de bir şey diyemiyorum çocuğa. Kızla sevişiyorum örneğin. Sevişirken ona yapmak istediklerimden bahsediyorum, o gün ayrıldıktan sonra daha aramıyor beni. Onur ile yürüyorum bu yolda, Baki de katıldı. Bilemiyorum bir ekibimin daha doğrusu bir şeyler yapabileceğim bana inanabilen, bir şeyler anlatmak isteyen, bir şeyler anlatabileceğimiz arkadaşlarımın olmasını sağlayabilirim. Eğer bir ekibim olursa çok daha iyi iş yapabileceğime inanıyorum.

Ünlülerle olan fotoğraflarımı atmamın ve o yazıları yazmamın nedeni reklam değil, PR çalışmasıdır. Bir şeyler üretme derdindeyken kimse yazmadı, o fotoğrafların ardından yazmayan kalmadı. Popülerlik budur işte, başka daha iyi bir örnek bulunmaz sanırım.


“Benim için sinema kilise gibidir.”
                                                                    (Martin Scorsese)
Onlarla Tanışmak Yetmez. Onlar Gibi Olmak İstiyorum!

Şanslı olduğumu düşündüğüm bir şey varsa o da hayranı olduğum insanlarla tanışma, onları dinleyebilme ve onlara kendimden bahsedebilme şansını bulmuş olmam. Örneğin; Burak Aksak'a hayran olduğumu herkes bilir ve ben bunu saklamam. Her tweetini ezbere bilirim, her yaptığı işi ilk olarak bilenlerden biri olurum. Onunla çoğu yerde bir araya geldim, onunla konuştuk, o beni dinledi. Onur Ünlü hocayla keza öyle veya Selçuk Aydemir ile. Bunların hepsi benim için anlatılmayacak kadar güzel şeyler, yazarken bile mutlu oluyorum. Benim yerimde olmak isteyen çok insan olduğunu biliyorum, çoğu bana mesaj atıyor bu yüzden.

Ancak benim isteğim onlar gibi olmak istiyorum. Sevdiğim ve her işini takip ettiğim az sayıda insan var, onlar gibi olmayı gerçekten isterim. Bu taklitçilik veya özentilik olarak adlandırılmayacak bir istek. Bu sadece örnek almak olarak görülebilir. Arda Turan da her Galatasaraylı gibi Hagi'yi örnek alıyordu ama Hagi olmadı. Onların baktığı şekilde dünyaya bakmayı istiyorum ve baktığımı düşünmek beni çok mutlu ediyor. En büyük hayalim; onlarla tanışmış, onları seven tatlı küçük çocuk olmak yerine onları hala seven bir şeyler yapmış biri olmak. Bunu yapabilirsem, bana yeterli olacaktır.

 Iñárritu yönetmen olmaya Yılmaz Güney'in Yol filmini izleyerek karar vermiştir örneğin. Bu sinemanın gücüdür. Ben de Ali Lidar ile Aytuğ Akdoğan'ı okuyarak bir şeyler yazmaya karar vermiştim. Burak Aksak ile beraber de bir şeyler çekmeye karar verdim. Benim hayranlığım, Inarritu'nun bu kararına örnektir. Veya tıpkı televizyonda Maradona'yı izleyen ve o yüzden futbolcu olmak isteyen abiler gibi.


Takip ediyorum;

Her filmi, her diziyi hemen hemen izlediğim veya şöyle bir baktığım için çok fazla sayıda yönetmenin adını verebilirim. Ancak birini unutursam çok üzüleceğim için sadece bazılarını yazmak istiyorum. Türk olarak Onur Ünlü'nün her işini ama her işini mutlaka izlerim hem de bir kaç kez izleyerek, not alırım. Burak Aksak ve Selçuk Aydemir'i takip ediyorum ama bana Burak Aksak daha önde geliyor yani en azından daha bana benzetiyorum. Zeki Demirkubuz > NBC diyorum, ikisini de muazzam severek takip ediyorum. Fatih Akın'ın da Türk sinemasının Mesut Özil'i olduğunu düşünüyorum, çok beğenirim. Limonata ile bu listeye giriş yapan Ali Atay abi ne iş yaparsa mutlaka ilk ben izleyeceğim. Yabancı olarak da Xavier Dolan mutlaka her işine bakarım. Tarantino'nun filmleri bana göre değildir ama onu da severim. Lars von Trier, Woody Allen, David Fincher, Iñárritu, Godard, Scorsese..



BENİM SİNEMAM

Çok şey denemek ve çok şey üretmek istiyorum. Farklı şeyler yazmak istiyorum ancak bunun bu yaşlarda yapabileceğimi düşünmüyorum. Onun için aynı şeyleri, farklı şekilde kendi dertlerimle anlatıp, farklı şeyler geçmeyi istiyorum.

Ben bir delinin hikayesini değil, bir insanın neden delirdiğini anlatmayı seviyorum. Her ne kadar yazdıklarımın erkek karakterleri birbirine benzetilse de aslında yazdığım kadınları birbirine benzetiyorum. Kadın karakter yazamadığımı düşünüyorum ve bunu aşmam gerekiyor. Birbirlerine veya bana benzetilen erkek karakterlerimin ise ne birbirleriyle ne de benle alakaları olduğunu rahatlıkla söylemek isterim. Benden bir şeyler olabilir ama onlar da o karaktere gerçeklik katmak için kattığım şeylerdir, o kadar..

Benim her zaman değindiğim şeyler var onlara değiniyorum çünkü o şeylerden rahatsızım. Her zaman bir kaybedenin hikayesini anlatmak benlik bir şey çünkü kazanmak benim için önemli değil. Eğer bir gün bir kazananın hikayesini anlatırsam, kazanmak benim için önemli bir şey olmuş demektir. Onun dışında popüler kültür ile uğraşmaya devam edeceğim. İnsanların birbirlerine benzemesini, benzeme isteğini bir türlü anlayamıyorum ve anlam veremeyeceğim.




Son olarak bunu son cümleye kadar okuduysanız; teşekkür ederim..