Cafercan'a, Cafercan gibilere ve hayatımızdan sessiz sedasız geçip gidenlere..
Muhafazakar bir mahalleye taşınmıştık. Babam devlet memuru olduğu için, üçüncü kez bir yere taşınmıştım. Annem her defasında yeni yere alışacağımı söylüyordu ama ben bir türlü alışamıyordum. Bilmiyorum sorun belki de, bendeydi. Sadece insanlara değil, oturduğum yere bile bağlanıyordum.
Kızlı erkekli öğrencilerin beraber kaldığı bu muhafazakar bir mahalleye yeni taşınmış olmanın kendiliğinden verdiği hüzün ve eziklik ile evimizin balkonundan oturduğumuz sokağı izliyor ve etrafa bakıyordum. Zaten asosyal birisi olduğum için dışarı çıkmayı pek sevmezdim ama tanıdığınız birilerinin olmaması, herkesin yabancı olması sizi ister istemez asosyal yapıyordu.
Günler geçtikçe yeni mahalleme ve mahalleye taşındıktan bir hafta sonra başladığım okula da alışıyordum. Okuldan bir kaç arkadaş edinmiştim. Okulum ise eskilerine göre daha farklıydı. Belli bir sınıf ayrımını sevmem, sınıf ayrımlarından nefret ederim ama apaçi denilen de oradaydı, popüler olan da, popüler olduğunu düşünen de. Güzel kızların sayısı, en az güzel olduğu düşünen ve güzel olduğu bir kaç erkek tarafından söylenmiş güzel olmayan kızlar kadardı.
Bir de benimle aynı sokakta oturan birisi vardı. İsmi Cafercan.. Dedesinin ismi Cafer, annesi de Can istediği için ve nüfus müdürlüğündeki çalışan ayrı yazmak yerine birleşik yazdığı için Cafercan.. Benimle aynı yaşıttı. Ben düz liseye giderken, o hemen sokağın sonunda bulunan Endüstri Meslek Lisesine gidiyordu. Bazen balkondan izlerken, bazen de canım sıkılıp beraber kapının önünde aylık oynadığımız da ona kızıyordum. Çünkü o ayak ucu sektiremediği için sektirmeden topu alıp, kaleye geçiyordu. Pes ediyordu yani. Sessiz, sakin bir çocuktu. Beni her gördüğünde selam verip, “iyi akşamlar” demesi bile onu diğerlerinden farklı kılıyordu. Diğerleri derken malum, aynılaşan diğerleri. Herkes gibi olan, birbirine benzeyen. Bir blog yazarı böylelerine “samimiyetsizlik lobisi” diyordu, sahiden öylelerdi. Aynı filmleri sevip, aynı müzikleri dinleyip, aynı şeyleri savunuyorlardı. Popüler kültürün parçası olmak yerine esiri olabiliyorlardı ve popüler kültürün bir esiriydiler.
Bir gün okul çıkışı eve doğru giderken, karşı komşumuzun kale olarak kullandığımız duvarın yanındaki merdivende Cafercan oturuyordu. Elindeki taşlara alıp, yere atıyordu. Beni görmesine rağmen, bana ne selam vermiş, ne de “iyi yakşamlar” demişti. Apartman kapısının önüne gidip, tam zile basacakken vazgeçtim. Onun yanına gittim ve oturdum. Nejat Alp -Arkadaşım şarkısındaki meyhane kısmını yeniden canlandırıyor gibiydik. Elimizde kadeh yoktu, taş vardı. Bu taşları insanoğlu her şekilde kullanıyor yahu. En yaratıcıları seksek oynarken, kale direği yapmak için gibi olanlarıydı herhalde. Ama keşke o taşlar, ne olursa olsun polise atılmasa, çünkü ne olursa olsun şiddet şiddettir. Ve şiddetin her türlüsü, kötüdür.
Biraz bekledik, sokağın yoluna filan baktık.. Sustuk.. Sokağımızdaki bakkala kola getirmek için kola arabası da gelmişti. Her gün en az 1 litre kola içen benim için çok güzel haberdi. Çünkü artık bizim bakkalda kola yok diyerek, aşağıya bakkala gitmek zorunda kalmayacağım. Her neyse konu kola değil, konu Cafercan. O çok üzgün ve gördüğüm kadarı ile çok yalnız. Yalnızlıktan ölen olsa, ilk Cafercan ölecek gibi sanki.
“Neyin var Cafercan?”
“Bir şeyim yok Tuna, oturdum dinleniyorum öyle.”
“Emin misin?”
“Eminim ya. Bir şey yok valla.”
“İyi.”
Biraz daha bakınıp, Cafercan yutkunduktan sonra konuştu;
“Biliyor musun? İnsanlar çok fazla Tuna.”
“Biliyorum kardeşim.”
“Ama ben çok yalnızım. Yalnızlık sadece Allah’a mahsus değil miydi?”
“Evet sadece o’na mahsus..”
“Peki kullarının haberi yok mu bundan Tuna? Çok yalnızım.”
“..”
“Sorun yalnızlık değil. Sorun ne biliyor musun? Yalnız iken daha iyi olduğunu, kendine inandırmışken, birinin gelip aslında bu işin böyle olduğunu hatırlatması. Bir kere ‘nasılsın’ diyen birinin olmaması sorun. Sorun görünmemek. Sana bakıp, seni görmemeleri ne demek biliyor musun? Görünmüyorum lan ben. Sahiden görünebiliyor muyum oradan?”
“Bak kardeşim.. Seni anlıyorum. Ama sende insanları anla, onları anlamaya çalışma. Bak okulun var, ona yoğunlaş. Ne bileyim, az kafa filan dağıt. Takma yani.”
“Okul mu? Bundan dört sene önce kardeşim öldü. 7 gün yaşadı ama öldü. Üç sene önce bir kardeşim daha oldu. İki sene önce menenjit geçirdim, lise başlamadan önce. Ölümden döndüm ben. Lisemin ilk yılında kaldım, hastalık filan diyerek atlattık. Bu sene yine kalmak üzereyim ve okuldan atılacağım. Bu mahallede okumasına kesin gözü ile bakılan biriydim lan ben.”
Bu cümleden sonra ne diyeceğimi bilemedim, elimi omzuna götürdüm. Bazen diyecek bir şeyin kalmaz ve onun yanında olduğunu göstermen için o el, kendiliğinden gider o omuza. Öyle olmuştu. Cafercan’ın gözleri dolmuştu ve belki de yanımda ağlamamak için kalkmıştı yanımdan. O gün de Cafercan’ı gördüğüm son gün oldu.
İki gün sonra geldiğimde sokakta polis arabası ve sokağın başından duyulan ağıtlar vardı. Ne olduğunu anlayamadım. Biraz daha adım attıkça, Yasemin teyzeyi ağlarken gördüm. Yasemin teyze ağlıyordu ve iki kişinin kolundaydı. Yalçın amca ise mermer tozu olmuş pantolonu, elleri ile çaresiz çaresiz bakıyordu etrafa. Ben ise durduğum yerde kaldım, ne adım atabildim, ne yutkunabildim.
Cafercan’ın acıklı bir hikayesi ve boktan bir hayatı vardı. Kendisinden sadece bir durum güncellemesi kaldı. “Belki de ben çoktan öldüm de, siz yeni anladınız? Üzülmeyin Allah önce sevdiklerini yanına alırmış, ben ise kendim gidiyorum.” yazıyordu. Belki de dediği gibi çoktan ölmüştü. Bir kez olsun “nasılsın?” dememiştik ki, şimdiye kadar ölüp ölmediğini nereden bilecektik?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder